DEVA Partisi Kurucusu Mustafa Yeneroğlu; ‘Kılıçdaroğlu’na linç girişimi AKP MKYK’da gündeme geldi’
“Çubuk olayları ve üstü örtülen arka planı yaşadığım birçok kırılmanın ötesinde bende tamiri imkânsız bir endişe oluşturdu. Bu MKYK’de da gündeme geldi. O gün de istifamı arz etmiştim ancak adım kadar emin olduğum prensiplerimden vazgeçemezdim. “
Yakın zaman kadar AK Parti’de siyaset yapan ve istifa eden İstanbul Milletvekili ve DEVA Partisi kurucusu Mustafa Yeneroğlu, Murat Aksoy’a verdiği röportajda, AKP’de karar alma mekanizmasının nasıl işlediğini anlattı.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na Çubuk’ta katıldığı şehit cenazesinde düenlenen saldırının AKP MKYK’sında konuşulduğunu söyleyen Yeneroğlu, bu olayın kendisi için ‘kırılma noktası’ olduğunu belirtti.
Yeneroğlu’nun çarpıcı açıklamaları şöyle:
Siz Almanya’da yaşarken AK Parti tarafından siyasete davet edilip, siyasete girdiniz. Sonraki süreçte istifa ettiniz. Ne değişti, siyasete girdiniz partiyle ile bugünkü AK Parti arasında?
Hayatımın büyük ekseriyetini Almanya’da geçirdim. Çok genç yaşlarda Almanya’daki Türk toplumunun Müslüman cemaatin meseleleriyle ilgilendim, bu sorumluluk bilinciyle sivil toplum kuruluşlarında aktif oldum. Orada Müslüman toplumun bir hak mücadelesi var. Müslümanların diğer dinî cemaatlerle eşit kurumsal haklara sahip olmasından tutun, ayrımcılık karşısında etkin bir şekilde korunmaya, İslam ve Müslümanlara yönelik kültüralist söylemler üzerinde bina edilen entegrasyon politikalarının sorunlu yanlarına kadar özelde Almanya, genelde ise Batı Avrupa’daki Türkiye kökenli Müslümanların ciddi sorunları mevcut.
Nasıl ikna oldunuz?
Benim siyasete girmek gibi bir beklentim ya da arzum hiç olmadı. Nitekim 2011’de böyle bir teklif geldi. Sonra 2014’de Yurtdışı Türkler Başkanlığı (YTB) teklif edildi ancak YTB ile birlikte bu alanda çalışan tüm kamu kurumlarının kuşatıcı koordinasyonu kabul görmedi. Bu sebeple uzak durdum.
2015 yılında Türkiye’de siyasete girmem teklif edildiğinde, bu teklifi, bahsettiğim sorunları Türkiye’de parlamentoya taşımak ve yurt dışındaki vatandaşlarımızın sorunlarına geniş bir siyasi konsensüsle çözüm üretebilmek adına bir fırsat olarak gördüm. Türkiye-AB ilişkilerini tekrar canlandırmakta ve benzersiz olan Türk-Alman ilişkilerinin iyileştirilmesinde rol alma olasılığı beni heyecanlandırmıştı.
Peki neyle karşılaştınız siyasette?
Yoğun seçim dönemleri arasında milletvekili olarak ilk senem, bu konuda bir akıl geliştirmek ve devletin kronikleşmiş hatalı yaklaşımlarını tashih etmeye çalışmakla geçti. Bu esnada gelişen şartlar ve yurt dışından yeterince göremediğim, Türkiye’deki insan hakları ihlalleri, demokratik standartların durumu gibi hayati hususları görmezden gelip, noktasal olarak yurt dışındaki vatandaşlarımızın sorunlarına odaklanmak; gerisiyle hiç ilgilenmemek gibi bir yaklaşımı mümkün kılmadı.
TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı olarak incelediğim binlerce dosya, dinlediğim binlerce vatandaş, tanık olduğum binlerce hak ihlali, beni dehşete, ama aynı zamanda da ülkemin geleceği için daha ağır bir telaşa düşürdü. İnancım ve temsil ettiğim değerler gereği şahit olduğum hak ihlallerini görmezden gelemezdim. Bu ihlalleri üreten siyasi mekanizma ve yaklaşımların düzeltilmesi konusunda ciddi çaba sarf ettim. Bir taraftan hak ihlallerine karşı içerde ve zamanla dışarda da sesimi yükseltiyor, diğer tarafta aklı selimin hâkim geleceğine dair ümidimi muhafaza etmeye çalışıyordum.
“Parti’de bir kişiyi aşan karar mekanizması var mı, bilemiyorum”
MKYK’ye girdiniz. Orada değiştirme gücünüz olmadı mı?
2018 yılında MKYK’ye girdikten sonra orda gördüğüm, ümidimi ciddi manada kırdı. Parti’nin siyasi yönelimi müzakere edilemiyordu, en fazla Genel Başkan’a çekingen sorular sorabilirdiniz. Bu zamanla dışlamaları ve ağır hakaretleri beraberinde getirdi. Bu durumu sadece ben yaşamadım. Ama Çubuk olayları ve üstü örtülen arka planı yaşadığım birçok kırılmanın ötesinde bende tamiri imkânsız bir endişe oluşturdu. Bu MKYK’de da gündeme geldi. O gün de istifamı arz etmiştim ancak adım kadar emin olduğum prensiplerimden vazgeçemezdim. Diğer önemli bir husus; biz örneğin İstanbul seçimlerinin ne öncesini ne ortasını ne de sonrasını MKYK’de müzakere edemedik. Bu inanılması güç bir husus. Kurulun adı karar mekanizmasıydı ama kendisi değildi. Parti’de bir kişiyi aşan karar mekanizması var mı, doğrusu en üst karar organında bulunan birisi olarak bilemiyorum. Sorduğum kişilerden de rahatlayacağım bir cevap alamadım hiçbir zaman. Nitekim Ak Parti’nin kuruluş felsefesini tamamıyla tersyüz eden politikaları sorgulamak ihanetle suçlanabiliyordu. 3Y olarak ifade edilen ‘yoksullukla, yolsuzlukla ve yasaklarla’ mücadeleyi bayraklaştıran parti artık bunlarla anılır olmuştu.
Hiç mi itiraz eden olmadı bu yaşananlar?
Karar mekanizmalarında adı görünen arkadaşların büyük ekseriyeti bunları görüyor fakat tek tük noktasal itirazın da ağır hakaretlerle bastırılmasının şahidi olarak hedef olmamak için sesini çıkarmıyordu. Tayyip Erdoğan ortak akıl, ehliyet ve liyakat, vesayetlere karşı mücadele, özgürlükçü ve çoğulcu toplum düzeni diye yola çıkan bir partiyi tek adam aklı, dar menfaatçi kadro, vesayetçi, devletçi, tek tipçi toplumu savunan ve özgürlüklere savaş açan aşırı sağ kültüralist ve popülist bir partiye dönüştürdü. Ve maalesef mütedeyyin muhafazakâr kesimi de ciddi manada dönüştürdü.
Bu sürecin sorumlusu Erdoğan mıdır?
Elbette değil. Hepimiz sorumluyuz. Ses çıkarmayan, haksızlık karşısında susan, ilkelere sadık net bir irade ortaya koymayan herkes sorumlu. Hale bakın, ortak biçimde idealler için yola çıkıyorsunuz, sonra yaratılışta eşit olan bir beşeri kutsaya kutsaya iradenize hâkim kılıyorsunuz, bu utanç yetmiyormuş gibi birde idealleri bir kenara atmışsınız, o ideallerin üzerine çıkarttığınız kişinin sevgisini mazhar olmak için birbirinizle sadakat yarışına giriyorsunuz. Kimse de bir diğerine bakıp sormuyor, ‘şaka mı bu’ diye. Ama yaygın ‘kol kırılır, yen içinde kalır’ mantığı yavaş yavaş gelişen çürümeyi bile bile tercih ettiriyor. ‘Sürüden kopanı kurt kapar’ derken aslında kendi yarattığımız kurdumuza yem olmamak için sürü olmayı tercih ediyoruz, ortamın hukuksuzluğunu baştan kabul ediyoruz herhalde. Paylaşılan menfaat elbette çok önemli. Ama sağ cenahta yaygın itaatçı anlayış da bir o kadar etken. Netice itibarıyla gücün şerrini bilenler, korunmak için o gücün ürettiği zalimlikleri de sindirerek yakın durmayı tercih ediyor. Aslında tarihten ders çıkarmak için o kadar örnek önümüzde duruyor ki. Bu sürecin neticesi de belli. Tek belli olmayan ne kadar uzatılabileceği ve zararın ne kadar büyütülebileceği. Neresinden dönülürse kardır. Büyük ümitlerle, büyük başarılarla çıkılan yoldan nasıl sapıldığını ve hangi büyük tahribatlara neden olduğunu tarih yazacak. Bu çıkışa inanan ve destek veren insanımız açısından da çok üzücü aslında.
Yani daha fazla sorumlu olmak istemiyor muydunuz?
Desteklemediğim, şiddetle karşısında durduğum, inandığım tüm temel değerlere aykırı gidişattan elbette sorumlu olmak istemem. Ayrıca inançlı bir Müslümanım. Hesap gününe inanıyorum. Şahsi çabamın mevcut siyasi konstellasyon içerisinde bir sonuç doğurmayacağına kesinkes kanaat getirmenin sonucunda da ağırlaşan hukuksuzluklara, hatta zalimliklere ortak olmamak için MKYK’den de istifa ettim. Arzu ederse partiden de istifa edeceğimi belirttim. Benim açımdan son ikazdı. Çağırıp bu gidişatı değiştireceğini belirtmesini beklemiyordum yaşananlardan sonra ama uçuruma doğru koşuyu görünce elbette hayal etmedim desem yalan olur. Sayın Cumhurbaşkanı ne yaptığını biliyor olacak ki partiden de istifamı isteyince gereğini yaptım.
Netice itibarıyla aslında ben Ak Parti’den uzaklaşmadım, Ak Parti yola çıkarken yazdığı programını inkâr ederek inandığı tüm değerlerden ve ilkelerden, yani kendinden uzaklaştı. Tayyip Erdoğan büyük bir ümitti, Türkiye’nin çok ötesinde ümide çığır açan bir siyasetçi olarak tarihe geçme imkânı varken, maalesef Orban, Bolsonaro, Modi, Trump ve Putin gibi patrimonyal liderlerle birlikte anılacak. Camia tüm değerlerinin içinin bu süreçte tüketilip boşaltıldığını fark edemedi ama zamanla edecek. Şimdilik alternatifsizlik ve korku siyaseti duygu ve düşünce dünyasında yıkımı engelliyor ama bu gelecek ve maalesef uzun sürecek.
Koronavirüsle mücadele sürecinde merkezi iktidar, yerel yönetimlerin halka doğrudan yardım etmesi konusunda çok yasaklayıcı davranıyor. Neden?
Ülkece olağanüstü günlerden geçiyoruz. Bu dönemde belediyeler önemli bir sosyal belediyecilik ve dayanışma örneği gösteriyor. Anayasa’nın 127. maddesi, belediyeleri açıkça idari teşkilatın içerisinde düzenlemiş. Belediye Kanunu’nun 15’inci, 18’inci ve 38’inci maddeleri belediyelerin bağış kabul edebileceğini yazıyor. Büyükşehir Belediyeleri Kanunu’nun 28. maddesi de aynı yetkiyi Büyükşehirlere veriyor.
Ama İçişleri Bakanlığı yine de yasakladı…
İçişleri Bakanlığı tarafından bir genelge ile anayasaya ve kanuna aykırı olarak bu yardımlaşmanın engellenmesi, milletimizin yarısından fazlasının oy verdiği belediye başkanlarının icraatlarını terör örgütlerinin eylemleriyle ilişkilendirmek, hukuk adına gerçekten çok ürkütücü. Hukuksuzluğun paralel yapıların üreme ortamı olduğunu unutmamak gerekir.
Belediyelerin siyasi iktidardan yardım konusunda daha başarılı olma ihtimalinden dahi korkulması, ne yazık ki adeta acı bir mizah örneğidir. Böylesi bir, ancak “biz yardım ederiz, siz edemezsiniz” anlayışının ülkeye hayrı olmaz. Millete hizmet, kimsenin tekelinde değilken; belediyeleri kendine rakip görmek, kutuplaştırma siyasetinin devamı olarak milleti cezalandırmaktır.
Mahallinde gerekli ihtiyaçları tespit edip, ekipleri ile organize olabilen yerel yönetimleri sürece dâhil etmek hatta desteklemek gerekirken, devre dışı bırakmak, ihtiyaç sahiplerini mağdur etmekten öteye geçemez. Yardımlaşmaya en çok ihtiyaç duyduğumuz bu dönemde “Güçlüyüm, kanun benim” anlayışı, Türkiye’ye her zamankinden daha çok zarar verir.
Sanki siyasi kaygı öne çıkıyor bu süreçte…
Sanki… Bu aynı zamanda aslında alttan alta halka hizmeti, idari bir sorumluluk olarak değil, “halka ayni yardım yaparak kendi iktidarını kuvvetlendirmek” şeklinde çarpık bir anlayışın da tezahürü. Toplumumuzda ihtiyaç sahibi olanlara yardım edilmesini değil, “kimin” yardım ettiğini ön plana koyuyorsanız; aslında yardımı kendi mevziinizi kuvvetlendirmek adına araçsallaştırıyorsunuz demektir.
Koronavirüsle mücadele konusunda iktidarı nasıl buluyorsunuz?
Hızla yayılan bir küresel salgından söz ediyoruz. Konunun teknik ve bilimsel boyutu elbette çok önemli. Bu nedenle Bilim Kurulu’nun oluşturulması ve Sağlık Bakanı öncülüğünde her gün gelişmelerin ve tedbir önerilerinin tartışılması doğru bir yöntem. Bununla beraber, krizden ne kadar etkilendiğimiz ve bu etkinin nasıl asgari düzeyde tutulabileceği konusunda bir başarıdan söz etmek çok güç. Şeffaflık ve haber alma özgürlüğü demokrasilerde hayati kavramlardır.
Resmî açıklamalarda vakaların coğrafi dağılımı geç paylaşıldı, demografik dağılımı ise hiç öğrenemedik. İlk vakanın çok geç açıklandığı, vefat sayısının büyükşehirlerdeki resmi ölüm sayısındaki artışa kıyasla düşük göründüğü yönündeki iddialara, doğru veya yanlış olsunlar, tatmin edici yanıtlar almış değiliz.
“Trol ordularının bir camiayı yönlendirmedeki gücünü de bu arada görmüş olduk”
Ekonomik tedbirler yeterli mi?
‘Ekonomik İstikrar Kalkanı’ adında, işini ve gelirini kaybeden vatandaşlara çok cüzi miktarda yardım sağlarken konut kredisi almanın kolaylaştırılması gibi salgınla ilgisi olmayan ve uçak biletlerinden alınan verginin düşürülmesi gibi salgınla mücadeleyi sekteye uğratacak maddeler içeren bir paket açıklandı. Son derece yetersiz bir paketti diyebilirim. Buna ilaveten, ülkenin yedek akçeleri olan rezervlerin eritilmiş olmasının ve üretim ve istihdam konusunda yaşanan zorlukların üzerine salgının etkileri eklenince devletin hesap numarası paylaşarak toplumsal dayanışma çağrısında bulunması gibi bir sonuç doğdu.
Ayrıca, yeni koronavirüs salgınının etkilerini azaltmak adı altında iktidar partisi tarafından getirilen kanun tekliflerinin büyük bir kısmı salgınla mücadele kapsamı dışında maddeler içeriyordu. Hızla ve tartışılmadan meclisten geçirilen kanun değişikliği paketleri, salgın döneminde bile önceliği halkın sorunları değil kendi çıkar hesapları olan bir iktidarı işaret ediyor. Bundan en çok zarar gören elbette halkımız oldu. Diğer tarafta çok az kişinin üzerinde durduğu diğer bir gerçek şu ki, en fazla ihtiyacın olduğu zamanda meclis 1,5 aylığına kapatılırken, temel haklara müdahale eden sayısız tedbirin yasal zemini olmaksızın uygulanması. Yani anayasasızlaştırma süreci çok güçlü adımlarla sürdürülüyor.
Bakan istifa etti, geri döndü…
Evet oldu. Bu istifa, hükümet içerisinde ve kurumlar arasında koordinasyonsuzluğu ispatlayan bir olaydı. Parantez olarak; en başarısız anda nasıl kahraman olunabileceğini ve trol ordularının bir camiayı yönlendirmedeki gücünü de bu arada görmüş olduk. Aslında siyasi sosyoloji açısından da başta bahsettiğim Ak Parti’nin baş döndüren değişimi hafta sonu yaşananlarla da tahkim edilmiş oldu. O olay gerçekten Ak Parti tarihi için de çok önemli bir olaydı.
Son yıllarda özellikle düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda çok gerileme olduğunu düşünüyor musunuz?
Düşünce ve ifade özgürlükleri demokratik bir toplumda yaşamsal değerdedir. Çünkü farklı görüş ve düşüncelerin serbestçe ifade bulması ile fikirlerin yarışması ve toplumun buna göre siyasi tercihini kullanması demokrasinin şartıdır. Özgür basın, kamunun gözetleyicisi olarak demokratik toplumun vazgeçilmez unsurları olan şeffaflık ve hesap verilebilirliğin sağlanmasının da ön koşuludur. Bu yüzden ileri demokrasilerde ötekinin sesini daha çok koruma ve savunma üzerine politikalar geliştirilir. Demokratik bir toplumda ifade özgürlüğüne verilen ehemmiyet siyasi sorumluluğa da yansır. İleri demokrasilerde bu bilinçle yöneticiler ve siyasiler; ifade, eleştiri ve ithama karşı toleranslı davranır ve bu eleştirilerin topluma ulaşma yollarını da engellemeye çalışmazlar. Bu tutum, siyasi adap ve kültürün de gereğidir.
Maalesef bizim gibi ülkelerde ilk baskılanan özgürlükler ise ifade, düşünce ve basın özgürlüğü oluyor. Cezaevlerini cumhurbaşkanına hakaretten ve toplumu kin ve düşmanlığa sevk etmekten doldurmak, erişim engeli ile internet sitelerini ve haberleri yasaklamak ifade özgürlüğü yönündeki en büyük engeldir. Dünyadaki en fazla profesyonel basın mensubunun cezaevinde olduğu ülke Türkiye. AİHM’de geçtiğimiz yıl ifade özgürlüğünü ihlal eden ülkeler arasında ilk sıradayız. Son yıllarda uluslararası kuruluşların demokrasi, hukuk devleti ve özgürlüklere ilişkin endekslerinde son sıralarda, giderek de geriliyoruz. Ne yazık ki, hukuk devleti buruk bir anı olarak geçmişte kaldı. Ama bu olumsuz insan hakları tablosunu değiştirmek de elimizde. Amacımız ve mücadelemiz Türkiye’yi, en kısa zamanda, farklı görüş ve düşünceler ile zenginleşen, çoğulcu ve özgürlükçü demokratik bir ülke haline getirmek.
İnfaz yasası konusunda ne düşünüyorsunuz?
İnfaz Paketinin demokratik bir hukuk devletinin hak ettiği bir infaz sistemi oluşturmasını beklemiyorum. Hükümetler düzenli aralıklarla cezaevindeki doluluk oranını azaltmak amacıyla benzer düzenlemeleri sürekli yapıyor Türkiye’de. Doluluk oranı ise artarak devam ediyor, bu yüzden kanunun kısa süreli bir tedbirden öteye gidemeyeceği aşikâr. Bunun tek bir nedeni var, kadim toplumsal sorunların üzerine gidilmiyor, temel haklara saygı duyulmuyor ve adalet ve yargı sisteminde ciddi sorunlar var. Ve bu sorunlar, kanun yapmakla değil; ancak ve ancak yürütmeden yargıya giden telefonları engelleyerek ve kuvvetler ayrımını sağlayarak çözülebilir.
Temel çıkmazların ötesinde kanunun en büyük eksiği, parti olarak bizim de mücadele verdiğimiz nokta, belirli suçların kapsam dışında bırakılmasıydı. İçi boşaltılmış terör kavramının, mahkemeler tarafından maksadı aşacak şekilde yorumlanması nedeniyle terör örgütü üyeliğinden yaftalanan, şiddeti övüp teşvik etmemekle beraber terör örgütü propagandası yapmakla suçlanan, düşünen ve yazan insanlar ve gazeteciler haksız yere cezaevinde kaldı. Bu durum anayasamızda ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde düzenlenen eşitlik ve ayrımcılık yasağına da açıkça aykırı. Ayrıca suçlu olduğu mahkeme kararıyla ispatlanmamış tutukluların da tahliye olmaması diğer önemli bir eksik. Bu yasa demokratik bir toplumun ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzak, o yüzden başta anayasaya aykırılıkları nedeniyle Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edileceği ya da kapsamının genişletileceği kanısındayım. Keşke partimizin, kamuoyunun ve akademisyenlerin eleştirileri dikkate alınmış olsa ve adil, eşit ve demokratik bir topluma yakışır bir düzenleme yapılabilseydi.
Tahliye edilen suçlularla ilgili önemli bir sorun ise; bu suçlular, herhangi bir deradikalizasyon tedbirine maruz kalmadılar. Topluma yeniden entegre olmak konusunda bir önlemle karşılaşmadılar. Şiddet uygulayanların bu yöndeki temayüllerinin azalması için herhangi bir strateji uygulanmadı. Hapishane, suçluyu izole etmek dışında toplumsal barışın tesisi için aynı zamanda suçluyu ıslah etmek amacı taşır. Böyle bir ıslah stratejisi olmadan, bu insanların salınması, bütünlükçü bir bakışın olmadığını gösteriyor.
Son olarak Deva Partisi’ne katıldınız. Neden?
Bağımsız milletvekili olarak çalıştığım dönemde birçok konuda gündemdeki gelişmelerle ilgili düşüncelerimi dile getirdim. Demokrasi, hukukun üstünlüğü, adalet ve insan hakları gibi temel değerlere her zaman inandım ve tutarlılık içerisinde savundum. Toplumda bu değerlerin daha da güçlenmesi adına tek kişinin yapabilecekleri sınırlı.
DEVA Partisi sıkışmış olan siyasete önemli bir cevap niteliğini taşımaktadır. Siyasetten ümidini kesen insanların sayısı ciddi manada artmış, yüzde 37 gibi ciddi bir orana çıkmıştır. Biz madem mevcut partileri tercih edilemez buluyorduk, bu durumda sorumluluk üstlenmeli ve milletimize yeni bir alternatif sunmalıydık. Klasik sağ ve sol kategorilerinin üzerinde toplumun gerçek sorunlarına eğilen bir yaklaşım biçimi bizimkisi. Biz birlikte yaşama inanan, özgürlükçü, çoğulcu ve katılımcı demokratik Türkiye idealine inanan herkesin partisi olma iddiasına sahibiz.
Partinin kadrosu nasıl?
Ülkedeki sorunların tanımı, nedenleri ve neler yapılması gerektiği konusunda ortaklaşan ve samimi bir şekilde çaba sarf eden çoğulcu bir kadromuz var. Şahsen ben de dayanışma içerisinde bir ekip ile Türkiye’de ihtiyaç duyulan olumlu değişikliklerin gerçekleşmesine katkıda bulunabileceğimi düşünerek ciddi katkıda bulunabildiğim programı ile de tamamıyla örtüşebildiğim için partinin kuruluşunda yer almaya karar verdim.
Türkiye’de demokratik kurumların yerleşik ve güçlü hale getirilmesi hayati bir konu. Hak ve özgürlükler, toplumsal huzur, bilimsel gelişme ve ekonomik kalkınma gibi hemen her alanda sorunların çözümü güçlü demokrasi konusu ile kesişir. DEVA Partisi de bu anlayış üzerine kurulu idealist ve yenilikçi bir hareket. Şu an DEVA Partisi Hukuk ve Adalet Politikaları Başkanlığı görevini yürütüyorum. Türkiye’de tüm vatandaşlarımızın eşitliğini, temel haklarının korunmasını ve adalet sisteminin işleyişindeki sorunların giderilmesi gereğini vurguluyoruz DEVA Partisi olarak. O kadar kutuplaşmış ve birbirine çelme takan bir toplumsal yapıya gelmişiz ki, herkesin huzur bulabileceği bir Türkiye hayalim var. Önümüzdeki dönemde de bunun mücadelesini vereceğiz.
Bugün 23 Nisan. Yüz yıl öncesinden bugüne bakınca ne düşünüyorsunuz?
Öncelikle tüm vatandaşlarımızın 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutluyorum. 23 Nisan 1920 tarihinde büyük bir sorumluluk bilinciyle açılan Birinci Büyük Millet Meclisi; istiklal için, milli iradeyi temsil edebilmek için, hürriyetler için, ülkemizin geleceğini bizzat belirleyebilmek için verilen müstesna mücadelenin çıkış noktasıdır. Milletin ve vatanın zor günlerinde, Anadolu’nun dört bir yanından gelen, farklı görüşlerin bir arada, omuz omuza verdiği bu mücadeleye önderlik eden başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü, ilk Meclisin her bir üyesini ve aziz şehitlerimizi rahmet, minnet ve saygıyla anıyorum.
Birinci Meclisin Mersin mebusu Selahattin Bey mecliste yaptığı bir konuşmasında, “Şahıs hakimiyeti yerine kanun hakimiyeti” ilkesinin önemini vurgulayarak “Yüce meclis görüşme ve tartışma makamıdır, onay makamı değildir. Meclisin şahsına hürmet edilmelidir.” diyordu. Bugün geldiğimiz noktada, meclise onay makamı olarak dahi ihtiyaç duymayanlar var.
Koronavirüs nedeniyle alınan birçok tedbir kararının temel hakları sınırlandırdığı açıkken, bu sınırlamalara yasal zemin hazırlamak için dahi meclisin çalıştırılmaması hukuken izah edilemez. Şahsım adına, milletimizin bize ihtiyaç duyduğu böyle bir dönemde meclisin çalışmalarına ara verilmesini kesinlikle reddediyorum.