Demokrasi Yoluna Dönüş Forumu; Özgür Özel: Onların beklenti yönetimine hizmet edecek hiçbir şeyin içerisinde olmadık, olmayacağız
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Ülke Politikaları Vakfı’nın düzenlediği Demokrasi Yoluna Dönüş Forumu’nda; “Onların çizdiği yerde, onların çağırdığı yerde, oraya katkı vermeye çalışmak, o septik gündeme teslim olmak, ortak olmak ve maalesef tarihin yanlış tarafında durmak olur. Tarihin doğru tarafı sorunun varlığını tespit eden, bunu meşru bir zemine davet eden, bu zemini TBMM olarak gören ve tarif eden ve toplumsal mutabakattan taviz vermeyen bir doğru pozisyona davet etmek lazım. Onların gündemine ya da onların beklenti yönetimine hizmet edecek hiçbir şeyin içerisinde olmadık bundan sonra da olmayacağız. Ama bu var olan bir sorunu inkar eden anlayışı teşhir etmeyeceğimizin ve o anlayışın yapamadıklarını yapacak, söyleyemediklerini söyleyecek, ülkeye öneremediklerini önerecek bir demokratik olgunlukta ve bir özgüvende olduğumuzu ifade etmekten geri duracağımızı da kimse beklemesin” dedi.
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Özgür Özel, İstanbul’da Ülke Politikaları Vakfı İkinci Yüzyıl Forumları-4 Demokrasi Yoluna Dönüş Forumunda konuştu. CHP lideri Özel, Şişli Belediye Başkanı Resul Emrah Şahan’ı da makamında ziyaret etti.
Ülke Politikaları Vakfı, İkinci Yüzyıl Forumları kapsamında 4’üncüsünü Demokrasi Yoluna Dönüş konulu düzenledi. İstanbul’daki bir otelde yapılan foruma CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, CHP Grup Başkanvekili Murat Emir, CHP Genel Başkan Yardımcıları Gökan Zeybek, İlhan Uzgel ve Yalçın Karatepe, CHP İstanbul İl Başkanı Özgür Çelik, milletvekilleri, belediye başkanları ve çok sayıda akademisyen katıldı.
Programda konuşan Özgür Özel, şunları söyledi:
“ÜPV’nin kuruluşundan bugüne katıksız bir idealizmle, vatanperverlikle ve büyük emeklerle, fedakarlıklarla ilerlediğini hepimiz biliyoruz. Sevgili Zekeriya Temizel’i ki hem çok iyi bir devlet adamı, çok deneyimli bir bürokrak, diğer yandan müstesna bir siyasetçi ve ayrıca da kendi deneyimlerini, birikimlerini bu ülke için hem teoride hem pratikte vakfedebilen birisi olarak, bir dönem de birlikte milletvekilliği yaptığım, grup başkanvekiliyken kendisinin de plan bütçe komisyonu sözcülüğümüzü yürüttüğü bir süreçten çok şey öğrendiğimi ifade ederek buradan kendisini selamlamak isterim. Ayrıca değerli kızı benim çok sevdiğim Ayşe Eser Danışoğlu, birlikte milletvekilliği yaptığımız rahmetli Murteza Çeliker’i bu vakfa olan emekleriyle, bu ülkeye olan emekleriyle hatırlamak isterim. Doğan Subaşı’nın şahsında bu sürece katkı sağlayan herkese teşekkürlerimi ve minnetlerimi ifade etmek isterim.
“Geçen süreçte altılı masaya haksızlık yapmayalım. 2 bin 300 maddelik bir ortak mutabakatı vardı”
Tabi gün boyunca bu alanda dinlenmesi gerekenlerden önce onların da beni şu anda dinlediklerinin verdiği sorumlulukla bir çerçevede bir şeyler söylemek durumundayım. Demokrasi yoluna dönüş aslında meramı çok iyi anlatan ama iletişim açısından biraz endişe ettiğim bir başlık. Çünkü Türkçede bu dönüşler hep geriye dönmekler gibi ya da güçlendirilmiş parlamenter sisteme, parlamenter sisteme dönüş ifadeleri sanki eskiye dönüşmüş gibi ve döndüğünüz yerde dört dörtlükmüş gibi anlaşılan iletişim yönünden biraz sorunlu gördüğüm ifadeler. Aslında bu dönemde bazen de şöyle sorulara muhattap kalıyorum. Deniyor ki; CHP ya da altılı masa geçmiş dönemde güçlendirilmiş parlamenter sistem derken bu dönem bunu söylemiyor. Yoksa bu sistemle bir mutabakatı var ve bundan sonraki süreçte de seçimi kazandıktan sonra bu rejimin yetkileriyle devam etmek ve artık gücü nasılsa elimize aldık bundan sonra biraz da biz kullanalım demek gibi bir gayretiniz mi var? Burada sayın başbakan bir öz eleştiri daveti yaptı. Ben meseleyi sayın başbbakanın çizdiği çerçeve genişliğinde değilse de belki son dönemde bu konuda yaptıklarımıza ilişkin bir özeleştiri, öğrenilmiş bir deneyim olarak ifade etmem gerekir. Geçen süreçte altılı masaya haksızlık yapmayalım. 2 bin 300 maddelik bir ortak mutabakatı vardı. Ama seçim için sahaya gittiğimizde şu eleştirilerle karşılaştık. ‘Milletin karnı aç, siz diyorsunuz güçlendirilmiş parlamenter sistem. Millet diyor ürünümü sataıyorum sen diyorsun parlamenter sistem. İşsizlik var parlamenter sistem. Yoksulluk var parlamenter sistem. Siz esas milletin derdini niye konuşmuyorsunuz?’ Bu büyük bir haksızlık ama çağın algıyla olgunun yer değiştirdiği zorluğunu ve algı böyleylse olgunun ne olduğunun önemsizleşmesi gerçekliğini görmemiz lazım.
“İktidar olduğumuzdaki yönetim sistemi önerimiz; güçlü bir parlamento, katıksız bir kuvvetler ayrılığı ve hukukun üstünlüğüne dayanan bir kamu yönetimidir”
Bazı iletişimleri çok kuvvetli yaparsanız, gündeme sis etkisi yapıyor ve diğer söylediğiniz hiçbir söz ya da göstermek istediğiniz sorun ya da belirlediğiniz hedefe doğru attığınız adımları görünmez kılıyor. O yüzden ben şunu tercih ediyorum şimdi; bizim gelecekte iktidar olduğumuzdaki yönetim sistemi önerimiz; güçlü bir parlamento, katıksız bir kuvvetler ayrılığı ve hukukun üstünlüğüne dayanan bir kamu yönetimidir. Ama bizim tarımla, makro ekonomik konularla, istihdam politikalarıyla, kalkınmayla, milli eğitimle ilgili önemli hazırlıklarımız ve her biri birbirinden değerli önermelerimiz var. Onları konuşup yönetim sistemi önerimizin de güçlü bir parlamento olduğunu söylemek bence çok daha sağlıklı olacak. Bu konuda ben geçmiş dönemde emek emek örülmüş 2 bin 300 maddelik bir ortak metnin az konuşulur, gündem yaratamaz olmasının tercih ettiğimiz yoğun güçlendirilmiş parlamenter sistem iletişiminin gündeme yaptığı sis etkisinden kaynaklandığını ve bu meseleyi böyle ayırmanın çok daha doğru olduğunu ifade ederek başlamak isterim.
“Hepimizin bu ülkeye iyi gelmediği konusunda görüş birliği içinde olduğumuz anlayış var”
18’inci yüzyılın sonlarından itibaren bu topraklarda batılılaşma, modernleşme, demokratikleşme çabaları çok güçlü sonuçlar doğurdu. Ama ben bugün bu yürüyüşten bu geriye gidişin nereden kök aldığını düşündüğümde Sayın Erdoğan’ın 2009-2010 yıllarında ‘Bu millete 200 yıldır istikamet dayatıyorlar’ dediği bir tiradını hatırlatmak isterim. O günlerde demiştim ‘200 yıl önce ne oldu bu topraklarda?’ diye. Sayın Erdoğan’ın sorunu Sened-i İttifak’la 1808. Demokrasimiz açısından, demokrasiye yürüyüş açısından sonuç doğurdu mu? Hayır. Ama ilk batılılaşma yani o dönemde batıda egemen olan fikirlere ilk kulak kabartma, ilk o mesele hakkında konuşma belgesi olan Sened-i İttifak ile sorunu var, ‘200 yıldır bize istikamet dayatıyorlar’ derse. Sened-i İttifak ne yapıyor? O gün bir şey yapmadı ama başlattığı yürüyüş, tek adam rejiminden demokrasiye geçişi, meclisi getiren yürüyüştür. Demek ki ‘200 yıldır bu ülkeye istikamet dayatıyorlar’ denilerek itiraz edilen meselenin özünde zaten belki birazdan sultanizim diye duyacağımız, kimimizin tek adam rejimi dediği, kimimizin otoriter demokrasi diye ifade ettiği ama hepimizin bu ülkeye iyi gelmediği konusunda görüş birliği içinde olduğumuz anlayış var.
“Biz demokrasi yürüyüşünün içinde olan tarafız”
Bugün tarafsız olması gereken bir makamda ama öyle çok da tarafsız söz kurmayan değerli Meclis Başkanımız da ‘150 yıldır biz bu zihniyetle karşı karşıyayız’ derken aslında meseleyi 150 yıl geriye aldığımızda işte bir tarafta kendisinin temsil ettiği deyip bizi karşıda konumlandırdığı meselede biz demokrasi yürüyüşünün içinde olan tarafız. Karşı taraftakilerin hangi pozisyonları tuttuğu ve nereye geldiği ile ilgili bir ikilik, bir çatışma yaratmanın bugüne faydası yok. Ama kendi ifadeleriyle, üslubuyla mülayim, makamıyla tarafsız olması gereken ve bugün diyaloga kapı aralaması gereken Meclis Başkanı neden bu hatırlatmayı yapıyor? Orada da bu ikilikten, kutuplaşmadan fayda görülen ve bugün kutuplaşma karşıtı veya biraz önce sayın başbakanın ifade ettiği altılı masanın en önemli kazanımı muhafazakar, milliyetçi ve seküler kanat diye kendisinin ifade ettiği üç ana akımın birlikte müzakeresinin bu ülkeye kazandırdığı şeyler. Dediği gibi seçim de kazanabilirdik ama diyaloğu, müzakereyi, birlikte olabilmeyi kazandık. Buna yürekten katılıyorum.
“Bu ülkede fay hatlarını görünür kılma ile ilgili bir çaba 22 yıllık AK Parti iktidarının hep tercih ettiği bir mesele”
Bizim Türkiye İttifakı dediğimiz ve yerel seçimlerde büyük bir destek gören sürecimizin kendisi de ya da bir partinin genel başkanına bulunduğu makamdan şahsından ziyade, onu seçenlere hürmetten dolayı gösterilen diyalog ya da onu seçenlere hürmetten dolayı kendisiyle sıkışılan bir elin normali budur dediğimiz, sonra normalleşme diye markalaşan, sonra da bazen hiç olmayan gerçeklikleri taşıyormuş gibi eleştirilmeye çalışılan meselenin özünde de şu var; ülkeyi yönetenler, sayın başbakanın ifadelerinden burada belki biraz kopacağım. Bu ülkede fay hatlarını görünür kılma ile ilgili bir çaba 22 yıllık AK Parti iktidarının hep tercih ettiği bir mesele. Bir farklılığın üzerinde önce bir tepişmek, onu belirgin kılmak. O bazen işte dini nikah-resmi nikah ayrımı. Tutmadı mesela o tartışma. Ama bazen Kürtler ve Türkler, bazen Aleviler ve Sünniler, cemevi cümbüş evi… Ama bir şey bulalım üstünde tepinelim. Önce o ayrılık görünür olsun sonra taraflar birbirinden uzaklaşsın. İki taraf kutuplaşsın. Karşı kutup şeytanlaşsın, bizim taraf arkamda kalabalıklaşsın. Bugün de işin özü şu; Sayın Erdoğan, seçmenin kulağına şunu söylemeye çalışıyor; ‘Evet biliyorum, açsın, yoksulsun, işsizsin, güvencesizsin ama tehlike büyük bir kez daha benim arkama geçmelisin.’ Biz tarafların birbiri ile bağrıştığı, sanki evde anne ile baba bağrıştığında çocuk refleksini hatırlatırım. Çocuğun kulaklarını tıkayıp ‘İkinizi de duymak istemiyorum’ dediği bir sürece bu ülkenin ihtiyacı yok. Bizim o çocuğun kulağını açıp dinlemesine ihtiyacımız var. Sayın Erdoğan duymasın istiyor. Çünkü ben o çocuğun kulağına mesela o kavga bitip de kulaklar açıldığında o seçmenin kulağına örneğin çiftçiyse ÖTV’siz-KDV’siz mazotu, gayri safi milli hasıladan kanunen hak ettiği yüzde 1’lik desteklemeyi anlatmak, emekliye asgari ücret düzeyinde en düşük emekli maaşını söylemek, asgari ücretliye hiç değilse bu iktidar, Erdoğan’ın partisi ilk iktidar olduğundaki 7-8 çeyrek altın alabilen asgari ücreti teklif etmek ve bu ülkeye de kuvvetler ayrılığının, hukukun üstünlüğünün Türkiye’ye hem yabancı sermaye açısından, uluslararası saygınlık açısından, Türkiye’nin yatırım alma kapasitesini artırması açısından yaratacağı toplam iyilik halinin Türkiye’ye orta ve uzun vadede çok iyi gelebileceğini anlatmak istiyorum. O yüzden de tüm bu tartışmalardan çıkmak lazım.
Tartışalım, görüşelim, hatalarımızı kabul edelim. 28 Şubat döneminde üniversite öğrencisiydim. Ben o süreçte başörtülü arkadaşımızı laboratuvara sokmadıkları için, laboratuvar boykotu yapıp, ‘Arkadaşımız girmeden biz derse girmeyeceğiz’ diye o eylemi başlatan, sonuç alan ve Ege Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’ne başörtüsü yasağını sokmayan kişiyim. Bugün de CHP’nin Genel Başkanı’yım. Yaygın kanaatin aksine CHP’nin kadrolarında, üyelerinde bir inançlara saygısızlık, başörtüsüne düşmanlık veya kendi yaşam biçimini dayatmak filan değil aksine diğerinin hakkını kendinden çok savunan bir eşitlikçi anlayış hakimdir. Bugün de bu partiyi bu anlayışta olanlar yönetiyor. Sürekli bir geriye dönüp, bir bagaj varmış da onunla bir hesaplaşılacakmış da bunun özeleştirisi yapılacakmış da bu yapılmadan yol alınamayacakmış da meşguliyeti yerine nasıl tarihten husumet çıkarmak yerine öğrenmek ve belli yaşanmış husumetleri geride bırakmak ülkeler arası ilişkilerde bile mümkünse, ülkedeki siyasiler, siyasi akımlar arasında da varsa geçmişte olmuş yanlışlar, o konuda teyitleşmek ama hep birlikte ileriye doğru bakmak lazım. Çünkü var olan gün, geçmişle meşgul olmak değil geleceği kurmak üzerine irade sahibi olunması gereken gündür.
“Hep birlikte bu ülkenin en gerçek sorununun yargı erkini de talimatlandırarak ilerlediği bu sürece bir itiraz geliştirmek olduğu çok açık”
104 yıl önce kurulan TBMM’nin bir kuvvetler ayrılığı meclisi olmadığını, bir kuvvetler birliği meclisi olduğunu, o gün için kuvvetler ayrılığında yürütme ve yasama olarak, siyasal olarak meselenin değerlendirildiğini, bir meclis hükümeti olduğunu ama mevcut kuvvetler birliğinin meclis eline teslim edilmiş olduğunun altını çizmek, bunu hatırlamak lazım. Kuvvetler ayrılığı meselesine gelince, 1748’de yasaların ruhunu yazdığına Montesquieu bundan sonra uygulansın diye yazmadı. O günkü tespitiyle, yani Arşimet’in suyun kaldırma kuvvetini bulması, o günden önce suyun kaldırmadığından dolayı değil. Suyun kaldırdığını ispat eden ve bunu formüle döken ve bilime kazandıran yaklaşımda olduğu gibi Montesquieu da 1748’de bile kuvvetin tek kişi tarafından kullanıldığında felaket getirdiğini, dengelendiğinde, denetlendiğinde ve kısıtlandığında bunun zenginlik, müreffehlik ve ilerleme getirdiğini tespit etti.
Ben hiç hikayelerle uğraşmam. Ama ülkeyi yönetenlerin evlatlarının gemileri çokça konuşuldu geçmiş zamanlarda, mahdumların gemileri. Mesela bugün ülkeyi yönetenlerin ya da evlatlarının gemileri, aynı dönemlerde değil Montesquieu’dan asırlar önce suyun kaldırma kuvvetiyle ilgili tespitleri yapanın, tespitlerine uygun gemilerle yüzüyor o gemiler. Kimse Arşimet’in kaldırma kuralına direnmiyor. Tesla’nın bulduğu yöntemle gelen elektrikle, Edison’un yine 1700’lerin sonunda icat ettiği ampul ile aydınlatıyoruz meclis binamızı ya da iktidar partisinin genel merkezini. Onlara da bir itiraz yok. Ama aynı dönemlerde tespit edilmiş ve o günden bugüne her demokratik süreçle teyit edilmiş kuvvetler ayrılığına direniyoruz. Onun tersine gidiyoruz hatta meydan okuyoruz ‘200 yıldır istikamet dayatılıyor buraya’ diye. O yüzden şöyle bir ağır maliyetle karşılaştı Türkiye. Meselenin özü tamamen Türkiye’nin Cumhuriyet öncesi ve Cumhuriyet dönemi demokratik kazanımlarına farklı bir yerden değil varoluşsal bir yerden itiraz eden bir zihniyetin güçlendikçe ve kibirlendikçe, o kibirle birlikte gücünü tahkim ettikçe, kendi içinde de paylaşmadıkça, kendi içindeki itirazlara da sertleştikçe kendisini ve ülkeyi getirdiği noktadan başka bir mesele değil. O yüzden bizim hep birlikte, hep beraber oturup bu ülkenin en gerçek sorununun yetkilerin tek elden, denetimsiz ve artık yargı erkini de baskılayarak değil yargı erkini de talimatlandırarak ilerlediği bu sürece bir itiraz geliştirmek olduğu çok açık. Onun için hem bugünkü toplantılar hem bundan sonra yapacaklarımız bu konuda çok önemli. Ama meseleyi sadece buraya indirgemenin ülkeyi yönetme niyetinde olan bir iktidarı, bir iktidar alternatifini, sadece bir alanda konuşan, bir alanda çalışan, bütün sorunları kendi anlamadığı deyimlerle tartışan bir noktada olmaktan halkın anladığı, halkın içinde bulunduğu tartışmalara da sık sık atıf yapan bir çerçeveye konumlandırmak gerekli olduğunu ifade etmek isterim.
“‘Bunu seçeceksin’ dediğinde bu millet onun dediğini değil, Turgut Özal’ı seçti”
Bugün geldiğimiz noktada şunu ifade etmek isterim. Bu ülkede, bu topraklarda devletle millet karşı karşıya gelmek istemez. Ama karşı karşıya geldiği her seferinde millet kazanmıştır. Ben devleti böyle aklı olan, devleti kodları olan, derinliği olan bir mesele olarak tartışmanın demokrasinin en kronik ve en kan emici tümörü olduğunu düşünüyorum. Bunu terk etmek lazım. Devletin bir aklı olduğunu düşünmeye başladığınızda, aklı olduğuna göre kalbi de var, kalbi olduğuna göre dolaşım sistemi de var, o zaman enerjiye de ihtiyacı var. Atıkları var, atıklarını yönetmelisiniz, enerji ihtiyacını karşılamalısınız, bir şeyler yemesini kabullenmelisiniz. Devlet bir organizma falan değildir. Devlet binalardan, yapılardan, kurumlardan ve kurallardan müteşekkil bir aygıt sadece. Ama bu ülkede devleti kutsal gören, devlete saygı gösteren, devleti kendi zihninde cisimleştiren çok iyi niyetli insanlar var. Onları anlamak lazım. O iyi niyetli insanlar çağırdığında askere giden, onun için şehit olan, ona vergi veren, onun için canını veren insanlar var ve onların kafasındaki kutsal devlet tanımıyla kapışmamak, tartışmamak lazım. Ama günü geldiğinde o insanların devlete karşı saf tutabileceğini görüp doğru yerde saf tutmak lazım. Örneği şudur; 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Kenan Evren devleti cisimleştirir, kendi cismiyle devleti bitiştirip devleti milletin karşısına getirip ‘Bunu seçeceksin’ dediğinde bu millet onun dediğini değil Turgut Özal’ı seçti.
“31 Mart’ta devletle millet yarıştı, yine millet kazandı”
15 Temmuz askeri darbe girişiminde, kanlı darbe girişiminde devletin damarlarına giren, farklı yollardan aynı menzile ilerleyenlerden Amerika’da olanın ele geçirdiği devlet, milletin karşısına dikildiğinde ve onun seçtiğine ve seçtiklerine, ben onu bütün bir parlamento olarak göğüslemek için parlamentonun açılmasını savunmuştum. Çünkü sadece hükümete karşı bir darbe yapıldığını düşünmek o gün için darbecilerin işine gelirdi. O hükümet karşıtlığından darbe desteği üretebilirdi. Bunu bütün partiler parlamentodan göğüsleyelim ve bu hepimize yapılan, çünkü başardığında zaten parlamentoyu hedef alacak. 15 Temmuz’da da bu millet, devleti ele geçirenlere karşı bir galibiyet kazandı. 28 Şubat sürecinde örneğin devleti yöneten askeri bürokrasiden, orduevlerine, torununun nişanına sokulmayan teyzeler olduğunda bu millet teyzelerin arkasında yer aldı, anneannenin, babaannenin, ninenin arkasında durdu ve millet kazandı. 31 Mart tarihinde de bu Anadolu Ajansı, Atatürk’ün cepheden doğru haber kursun, hızlı haber yollasın diye kurduğu Anadolu Ajansı, bir partinin ajansına dönüştü, hepimizin vergileri ile fonlanan TRT kurumu bir ittifakın kurumu oldu, muhalefete dört dakika, iktidara 2 bin 600 dakika süre ayırdılar. Valiler içlerindeki bir kısım devlet adamı gibi davranan ve her fırsatta halen daha değiştirdiği kişileri tenzih ederim, valilerin il başkanı, kaymakamların ilçe başkanı refleksine dönüştüğünde 31 Mart’ta devletle millet yarıştı, yine millet kazandı.
“Demokrasi algısı endeksinde 53 ülke arasında 47’nci durumdayız”
CHP 31 Mart’ta devletin karşısında devlet gücünü haksız yere kendisine karşı orantısız kullananların karşısında milletin yanındaydı ve milletin arkasında buldu. Ben devlet millet konumlanmasında hep buna bakarım. Eğer devletle millet aynı yerdeyse o ülkede işler yolundadır. Zaten milletin dedikleri devleti yönetiyorsa o da millet tarafından denetlenebiliyorsa, istediği zaman değiştirilebiliyorsa millet bu kudreti kendinde görüyor ve kullanabiliyorsa burada bir sorun yok. Ama bir hakim parti ideolojisi ile seçimlerin bile bir sadece geçmişi ibra etme, bütün kötülükleri temize çekme, gelecek için mutlak bir meşruiyet yaratmaya dönüştürüldüğü araçsal durumda o zaman milletle devlet ayrışıp bir gün karşı karşıya geliyor işte orada milletin safında durmayı bilmek lazım. Bizim CHP olarak demokrasi anlayışımız budur. Demokrasi algısı endeksinde 53 ülke arasında 47’nci durumdayız. Economist Intelligence Unit’sin 2024’teki Küresel Demokrasi Raporu’nda 167 ülke arasında 102’nci sıradayız. Yine 2024’te Hukukun Üstünlüğü Endeksi raporuna göre 142 ülke arasında 117’nci sıradayız. Ve içinde bulunduğumuz günlerde bambaşka bir demokrasi tarifiyle karşı karşıyayız. Ülkede bir sorunun olduğunu inkar edip o sorunun doğurduğu bir meseleyi çözmek için kişisel ilişkilere, kişisel pazarlıklara girilen akıl dışı bir dönemdeyiz. Gelsin, konuşsun, bitirsin, özgürlüğünü kazansın. Bu sırada da cumhurbaşkanı yeniden seçilme hakkı alsın. Bunu bir paragrafta, bu somutlukla söylenebilecek kadar meselenin çığırından çıktığı bir süreci yaşıyoruz. O yüzden burada sağlıkla tartışmalar yapmak mümkün değil.
Burada sağlıklı düşünmeye devam edebilmek, sağlıklı bir zemini savunabilmek ve bu sağlıklı zemine davet etmek mümkün. Onların çizdiği yerde, onların çağırdığı yerde, oraya katkı vermeye çalışmak, o septik gündeme teslim olmak, ortak olmak ve maalesef tarihin yanlış tarafında durmak olur. Tarihin doğru tarafı sorunun varlığını tespit eden, bunu meşru bir zemine davet eden, bu zemini TBMM olarak gören ve tarif eden ve toplumsal mutabakattan taviz vermeyen bir doğru pozisyona davet etmek lazım. Onların gündemine ya da onların beklenti yönetimine hizmet edecek hiçbir şeyin içerisinde olmadık bundan sonra da olmayacağız. Ama bu var olan bir sorunu inkar eden anlayışı teşhir etmeyeceğimizin ve o anlayışın yapamadıklarını yapacak, söyleyemediklerini söyleyecek, ülkeye öneremediklerini önerecek bir demokratik olgunlukta ve bir özgüvende olduğumuzu ifade etmekten geri duracağımızı da kimse beklemesin.”