Mustafa Suphi ve yoldaşları 100 yıl önce bugün katledildiler: 15’leri kim öldürdü?
TKP’nin 15 yöneticisi 28 Şubat 1921 tarihinde Trabzon açıklarında katledildiler. Araştırmacı Emrah Cilasun, tarihsel belgelerin ışığında 15’lerin Bakü’den Anadolu’ya hareketlerinden katliama kadar süren süreçteki gelişmeleri adım adım takip ediyor.
BirGün Gazetesinde ki köşesinde kaleme alan GÜRSEL KÖKSAL yazısında şu ifadelere yer verdi;
Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) 15 yöneticisi 100 yıl önce bugün öldürülerek ya da elleri kolları bağlanarak canlı canlı Trabzon açıklarında denize atılarak katledildiler. Parti bundan birkaç ay önce, 10-16 Eylül 1920’de Bakü’de Anadolu, Avrupa ve Rusya’nın çeşitli yerlerinden gelen delegelerin katıldığı kongrede kurulmuştu. Tartışmalı bir süreç sonucu alınan bir grup parti yöneticisinin Anadolu’ya geçip, Ankara’ya giderek örgütlenme çalışmalarını oradan yürütmesine karar verildi. Parti, Sovyet Rusya hükümeti, Bolşevik Partisi ve Ekim Devrimi’nden sonra kurulan Üçüncü Enternasyonal gibi “Anadolu’daki emperyalizme işgale karşı isyan hareketini ve bu hareketi yöneten Büyük Millet Meclisi hükümetini desteklemeyi” hedefliyordu.
Araştırmacı-Yazar Emrah Cilasun, ilk baskısı 2008’de yayınlanan ve kısa bir süre önce genişletilmiş yeni baskısı Tekin Yayınevi’nden çıkan kitabı “Mustafa Suphi’yle Yoldaşlarını Kim Öldürdü?”de bu sürecin teorik analizini yapıyor, tarihsel belgelerin ışığında Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Bakü’den Anadolu’ya hareketlerinden, Trabzon’daki katliama kadar süren süreçteki gelişmeleri adım adım takip ediyor.
Suphi ve yoldaşlarının Kars-Erzurum-Trabzon hattındaki bir pogrom sonucu katledildiklerini savunan Cilasun, bu sürecin kendisine bu konuda Ankara’daki Kemal Paşa tarafından inisiyatif verilen Doğu Cephesi Komutanı Kazım Paşa (Karabekir) tarafından yönlendirildiğini belirtiyor. Katliamın sorumlusu olarak kurulmakta olan yeni devletin yönetici kadrolarını işaret ediyor. Cilasun, çalışmalarıyla ilgili sorularımızı yanıtladı.
Mustafa Suphi’lerin TKP’sinin Anadolu’ya geçerken hedefleri neydi?
Bu Komünist Partisi’nin bizim sahip çıkmamız gereken bir tarafı var. Yıllar evvel, Osmanlı’da, İstanbul’da Marks ve Engels’in manifestosunu basabilecek bir tane bile babayiğit yokken, şimdi Bakü’de insanlar bir araya geliyorlar ve Türkiye Komünist Partisi’ni kuruyorlar. Bu muhteşem bir şey. Çünkü burada devrimci bir damar var. Değişim için yana yakıla bir yenilik arıyorlar. Ve bunun bolşeviklik olduğunu, komünistlik olduğunu biliyorlar.
Ancak aynı zamanda geldikleri toplumun bagajlarını da sırtlarında taşıyorlar.
Türk milliyetçiliğinden, İkinci Enternasyonal’deki komünist, sosyal demokrat partilerin eski çalışma tarzlarından kopamıyorlar.
Tahayyül ettikleri şey şu: ‘Ankara’ya gidelim. Mustafa Kemal’le el sıkışalım. Toplumu ilk önce burjuva demokratik normlarda hazırlayalım. Ülke sosyalist devrime bir hazır olsun. O aşamaya kadar biz kooperatifler, dayanışma dernekleri gibi kurumlar üzerinden halkı aydınlatalım.‘
Stratejileri yanlıştı.
Ankara’yı doğru tahmin edemediler.
Oradaki ekibi İttihak ve Terakkiciler’in “B Grubu” olarak göremediler.
“A Grubu” 1918’de çekip gitmişti. Geriye kalan kadrolardan, B kadrolarından oluşan ekibin Ankara’yı oluşturduğunu fark edemediler.
Onların gözünde İttihatçılar Enver, Talat, Cemal, Halil Kut Paşa, Küçük Talat gibi kişilerdi. Ankara’dakiler ise makul görülebilecek, anlaşılabilecek olanlardı.
Yanlış tahlil ettiler.
Birinci problem burada.
Bir de bu zemin manipüle edilmeye çok uygundu.
Bunlardan üç-dört ay evvel temsilcileri Salih Zeki geldi, Kars’ta Kazım Karabekir’le görüştü.
Karabekir, “Gelin bir bakalım, kongrede delege gerekiyorsa buradan hazırlayalım” diyor.
Bu yaklaşım merkez komitesinde şöyle bir yanılsamaya yol açtı. “Bize çok da yakınlar. Bazıları var bize çok uzak. Ama Mustafa Kemal Paşa’yla, Kazım Karabekir bize çok yakınlar. Gidersek ikna ederiz” diyorlar.
Kars’a 28 Aralık’ta Sovyetler Birliği’nin Ankara’daki elçiliğine giden Budi Mdivani başkanlığındaki bir grup diplomatla geliyorlar. Ancak orada oyalanıyorlar. Sonra da Kemal Paşa’nın onları Ankara’ya istemesi üzerine Karabekir tarafından Erzurum’a doğru yola çıkmaya zorlanıyorlar. Kemal Paşa geri gönderilmelerini istiyor, öyle değil mi?
Mustafa Kemal‘in Karabekir’e söylediği sadece şu: Ankara’ya gelmelerini istemiyoruz. Ondan sonrası senin. Nasıl yaparsan yap!
Kazım Karabekir de Kars, Erzurum ve Trabzon güzergâhını belirliyor. Bu bilinçli bir seçim. Bu bölgenin 1920-21’in 4-5 yıl öncesini özellikle araştırdım. Kitapta da buna yer verdim. Bu çok kanlı bir tarih. Ayrıca Pontus ayaklanması döneminde yaşananlar var. Ardından cumhuriyetin kurulmasına ramak kala Trabzon-Ankara-Erzurum üçgeninde yerel önderlerin, ekonomik olarak palazlanmış kişilerin, merkezi iktidar güçleriyle ciddi çıkar çatışmaları yaşanıyor.
Bütün bunlardan şu sonuç çıkıyor: O tarihlerde Kars’tan Erzurum-Trabzon istikameti tek yön. Dönüş yok.
Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir paşaların kendi aralarındaki, oradaki vali ve komutanlarla yazışmalarda da bu görülüyor. Karabekir’in neden bu güzergâhı seçtiği anlaşılıyor buradan.
Trabzon’daki katliamın orada örgütlü ittihatçılarca Mustafa Suphi’den intikam almak için yapmış olabileceklerine dair bir tez var.
İttihat ve Terakki’nin o dönemde Anadolu’da hiç bir gücü, örgütü yok. Japon tarihçi Masayuki Yamauchi’nin Enver Paşa’nın 1918’den sonraki tüm yazışmalarını içeren kitabı “Hoşnut Olamamış Adam: Enver Paşa“da bu görülüyor. İttihat ve Terakki’nin adı var, esamesi yok.
Bir de geçenlerde Enver Paşa’nın o dönemde eşine yazdığı mektup yayınladı. Orada bu katliamda kendi dahli olmadığını, buna sevinmediğini yazıyor. Suphiler’in yanlarındaki binlerce altına sahip olmak isteyenlerin işi olabileceğine işaret ediyor.
Bu Trabzon’daki ittihatçı Küçük Talat’ın Bakü’deki Halit Kut Paşa’ya yazdığı, “Bu bizim işimiz değil“ yolundaki yanlışlarla doğruların içiçe olduğu mektuba benziyor. Küçük Talat o günlerde Rusya’ya kaçmayı düşünüyor ve bununla Bolşevikler nezdinde kendini kurtarmaya çalışıyor. Bence Enver de bu mektupla kendini kurtarmaya çalışıyor. Çünkü mektubun Berlin’deki eşine giderken Bolşeviklerin elinden geçeceğini biliyor.
Cinayetlerin ortaya çıkmasından sonra Bolşeviklerin ve Komüntern’in hesap sormak, ilişkileri, silah ve para yardımını kesmek gibi sert önlemlerden hiç birine başvurmadığı görülüyor. Ankara’dan yapılan açıklamalarla yetiniliyor. Üstelik bu olaydan kısa bir süre sonra diplomatik ilişkiler daha da yoğunlaşıyor. Ali Fuat Paşa Moskova’da büyükelçi olarak göreve başlıyor (19 Şubat), Dostluk Anlaşması imzalanıyor (16 Mart). Lenin’in liderliğindeki SBKP’nin bu tavrını nasıl açıklıyorsunuz?
Bunu kitabın teorik bölümde anlattım. Dünyada Paris Komünü‘nden sonra ilk defa bir komünist devrim yapılmış. Bu devrim boğulmak isteniyor, dört koldan yabancı istila altında. Bir de içeride iç savaş var. Bu arada İngiltere, Hazar Denizi ve Anadolu üzerinden sarkma istinadı gösteriyor. Bu ortamda Bolşeviklerin İngiltere’nin aşağıdan gelişini durdurmak istemesi gayet meşru ve doğru. Ama bunun Türk komünistlerine ya da başka komünistlere Ankara’nın desteklenmesini empoze etmeye kalkışması, üstüne üstlük bu desteği abartması yanlış.
Bu sorunun içerisinde saydıkların hem doğru, hem yanlış.
El sıkışırsın, anlaşırsın, imzalarsın, “karşılıklı anti-propoganda yasaklanmıştır“ dersin.
Ama biz biliyoruz ki TKP Dış Büro çalışmaya bir şekilde devam etti. Nazım Hikmet, Vala Nurettin ve bilmediğimiz bir sürü genç Moskova’ya gidip, eğitim gördüler.
Yani Bolşevikler Türkiye’den gelen devrimcilere kucak açmaya devam ettiler. Onları eğitmeye, yetiştirmeye çalıştılar. Ama öte taraftan da bu sözleşmeleri yapmak zorundaydılar.
Herkes kendi milli çıkarı doğrultusunda komünistlik yapmaya çalışıyor,
bu doğru değil. İşte o zaman Rusların, Bolşeviklerin düştüğü hataya düşüyoruz. Çünkü milli çıkarlarla komünist ideoloji çakışıyor.
Bolşevikler, kendi “devlet çıkarları“ ya da kendi “devriminin“ çıkarları için bu konuda sessiz mi kaldılar?
Hayır, sessiz kalmadılar. Georgiy Çiçerin üzerinden nota verdiler, protesto ettiler. Trabzon’daki konsolos “Neredeler? Bu konuda bize açıklama yapın?“ diyen yazışmalarla peşine düştüler. Bu yeterli miydi? Bence değil.
Ankara’dan yapılan açıklamalarla yetindiler.
Evet, ama zevahiri kurtarmak derdinde değillerdi. Ciddi ciddi protesto ettiler.
‘Maria Suphi’nin kitabı da çıkacak!’
TKP belgelerine göre o dönemde Anadolu’ya Merkez Komite üyeleriyle birlikte 30 kişinin hareket ettiğini belirten Cilasun, öldürülenlerin tam sayısı ve isimleriyle ilgili halen netleşmediğini kabul ediyor.
“Bu konunun uzmanı olarak kabul edilen Mete Tuncay‘ın saptamalarına göre denizde boğazlanarak ve suya atılarak öldürülen TKP mensuplarının sayısı 15. Benim okuduğum kaynaklarda gördüklerim de böyle.
Öldürülenlerin adları şöyle:
Samsun‘un Hançerli Mahallesi‘nden Mustafa Suphi, Üsküdar‘ın Ahmet Çelebi Mahallesi‘nden Ethem Nejat, Erzincanlı Aşçıoğlu Bahaeddin, Uşak‘ın Hacı Hüseyin Mahallesi‘nden Kazım Hulusi, Sürmene‘nin Asu Köyü‘nden Kıralioğlu Maksut, Cihangirli Hilmioğlu İsmail Hakkı, Van‘ın Erciş Kazası’ndan Ahmetoğlu Hayrettin, Bandırma‘nın Manyas Nahiyesi‘nden Mehmet Ali Bin Hakkı, İstanbullu Emin Şafak, Kadıköylü Tevfik bin Ahmet, Manisalı Kazım bin Ali, Erzincan‘ın Akdağ Köyü‘nden Hatipoğlu Mehmet, İzmir‘in Tilkilik Mahallesi‘nden Hacı Mustafaoğlu Mehmet, Kandıralı Cemil Nazmi Bin İbrahim.
Bir de Mustafa Suphi’nin eşi Maria ya da Meryem Suphi var.
Yaklaşık 2 – 2,5 sene sonra öldürülüyor. Yeri gelmişken söyleyeyim. Onun kitabını Kenan Karabağ arkadaşımız yazıyor. Yakında çıkacak. Bu konuyu ilgili uzunca bir araştırma yaptı. Romanlaştırılmış olarak “Ben Maria Suphi“ başlığıyla çıkacak. Buradaki 2-2,5 yıl sonra sözü de onun araştırmasının sonucu.
Çünkü Meryem Suphi hemen öldürülmüyor. Kenan Bey, Yahya Kahya’ın kapattığı evi de bulmuş. Kitapta onun resmini kullanmama izin verdi.
Yerel tanıklara göre Meryem, önce Yahya Kahya tarafından kapatılmış, seks kölesi olarak kullanılmış, sonra bir alem sırasında öldürülmüş. Ayrıca o dönemin tanıklarından biri “Ertesi gün kıyıya bir kadın cesedi vurdu“ diyor. İkinci bir kadın da mı vardı? Bunu bilemiyorum. Mevcut kaynaklardan onu görmek mümkün değil. Ayrıca heyete katılmayan, başka yerlerde öldürülenler var. Onlarla birlikte sayı 18-19‘a çıkıyor.“
***
Önce milliyetçi, sonra komünist: Mustafa Suphi
TKP’nin yoldaşlarıyla birlikte katledilen ilk Merkez Komitesi Başkanı Mustafa Suphi, 1882’de Giresun’da doğdu. Babası Ali Rıza Bey, çeşitli illerde valilik görevleri üstlenmiş üst düzey bir Osmanlı bürokratıydı. Suphi yüksek öğrenim için Fransa’ya gitti. Burada Jön Türklerle tanıştı, gazetelerde yazılar yazdı. Paris’teki siyasal bilimler öğrenimini 1910’da tamamladıktan sonra İstanbul’a döndü, gazeteci ve öğretmen olarak çalıştı.
Bu arada önce İttihat ve Terakki Partisi içinde yer aldı. 1912’den sonra da „Pantürkizmi“ savunan Milli Meşrutiyet Fırkası’na katıldı. 1913’de Mahmut Şevket Paşa’ya yönelik suikasttan sonra ittihatçıların başlattığı muhaliflere yönelik baskılar sonucu partinin önde gelenleriyle birlikte Sinop’a sürgüne yollandı.
1914’te oradan Kırım’a kaçtı. Daha sonra Bakü ve Batum’a gitti. Osmanlı İmparatorluğu da savaşa girince düşman ülkenin tebaası olduğu için tutuklandı ve esir kampına gönderildi. Urallardaki kapta Marksist fikirlerle tanıştı. Burada Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ne, Bolşevik Partisi’ne katıldı.
1917 devriminin ardından Moskova’ya gitti. Burada da parti içindeki Tatar-Başkırt devrimcileriyle birlikte Yeni Dünya gazetesini çıkardı.
10 Eylül 1920’de çeşitli bölgelerden gelen 75 delegenin katılımıyla Bakü’de Türkiye Komünist Fırkası’nın 1’nci kongresi toplandı ve TKP kuruldu.
TKP’nin Merkez Komitesi Başkanı olan Suphi, Ankara hükümetiyle işbirliği yapma ve Türkiye’deki komünist harekete yön vermek üzere bir grup parti yöneticisiyle birlikte 28 Aralık 1920’de Anadolu’ya geçti. Ankara’ya gidip, Kemal Paşa ve yönetimindeki hükümetle görüşmeyi hedefliyorlardı.
Kars’ta Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir Paşa tarafından karşılanan heyet uzun süre burada bekletildi. Kemal Paşa’nın Ankara’ya gönderilmemeleri talimatı üzerine, Erzurum – Bayburt – Gümüşhane – Maçka üzerinden, günler süren zorlu bir yolculuk sonucu Trabzon’a gönderildiler. Yolda idari, askeri yöneticilerin, yerel liderlerin, din adamlarının kışkırttığı kalabalıkların engellemeleri, baskı, hakaret ve eziyetleriyle karşılaştılar.
28 Ocak 1921 akşamı Trabzon’da doluşturuldukları bir taka güya Batum’a gitmek üzere denize açıldı. Trabzon ya da Sürmene açıklarında, arkadan gelen ikinci teknedeki bir grubun saldırısına uğradılar. Bir bölümünü süngülenerek öldürüldü, bir bölümü elleri ve ayakları bağlandıktan sonra, denize atılarak öldürüldü. Bindirildikleri taka 29 Ocak’ta Trabzon’a boş olarak döndü.
Katliamın baş sorumlusu Yahya Kahya, daha sonra yolsuzluk ve Enver Paşa’yla ilişkileri yüzünden tutuklanarak, Sivas’ta yargılandı. Ancak suçsuz bulunarak serbest bırakıldı. Bu arada „Sanki ben tek başıma mı idim? Üzerime daha varırlarsa her şeyi ortaya dökerim“ yolundaki sözlerinin yaygınlaşmasının ardından Trabzon’da öldürüldü. Öldürenin Ankara’dan gelen Cumhurbaşkanlığı muhafız birliklerinin kurucusu İsmail Hakkı (Tekçe) ile beraberindeki Topal Osman’ın iki adamı olduğu söyleniyor.
***
Emrah Cilasun İstanbul’da 1966’da doğdu. 1978’de ailesiyle birlikte Almanya’ya iltica etti. Halen Almanya’da yaşıyor, tarih araştırmacılığı ve belgeselcilik yapıyor. “Fırtınalı Yıllarda İbrahim Kaypakkaya“, “Baki İlk Selam: Çerkes Ethem”, “Yeni Paradigmanın Eşiğinde Bediüzzaman Efsanesi ve Said Nursi Gerçeği“gibi kitapları yayınlandı. Almanca’dan Türkçe’e çok sayıda kitap çevirdi. Kaypakkaya’nın hayatını anlattığı bir belgeseli (Kırmızı Gül Buz İçinde) bulunuyor.