Usta Yazar Uğur Mumcu Anısına;HİZBULKONTRA
Son günlerde Güneydoğu’da işlenen
cinayetlerin arkasında kimler var? Bir sava göre “Hizbullah”…
Bu savın sahipleri, Hizbullah örgütünün
devlet tarafından desteklendiğini, bu cinayetlerin “Kontrgerilla”
örgütünce planlandığını, “Hizbullah” adlı İslamcı örgütün bu amaçla
kullanıldığını da ileri sürüp, bu örgüte “Hizbulkontra” adını
takıyorlar.
“Hizbullah” Şii kökenli bir
terör örgütüdür. Sözcük anlamıyla “Allah’ın Partisi” demektir.
“Hizbullah”, 1973 yılında
İran’ın Kum kentinde Muhammed Gaffari tarafından kuruldu. Gaffari, Şah rejimi
tarafından tutuklandı ve cezaevinde öldürüldü. Örgüt, Humeyni’nin iktidara
gelmesinden sonra Muhammed Gaffari’nin oğlu Hadi Gaffari tarafından yaşatıldı.
“Hizbullah”, İran’da İslam Cumhuriyeti kurulduktan sonra kısa sürede
75 silahlı militana sahip bir örgüt haline geldi.
Aynı amaçlı bir başka örgüt
“Amal” örgütüdür. Şii liderlerden İmam Musa Sadr’ın 1975 yılında
Güney Lübnan’da kurduğu “Amal” örgütü, 1978 yılında Musa Sadr’ın
Libya’da öldürülmesinden sonra ikiye ayrılmış, “Amal” örgütü Nebih
Berri tarafından temsil edilirken, Hüseyin Musavi liderliğindeki “İslami
Amal” Bekaa Vadisi’nde örgütlenmeye başlamıştı.
İktidara geldikten sonra komşu İslam
ülkelerine “devrim ihraç” etmek isteyen Tahran rejimi, bir yandan
büyük çaplı bir propaganda çalışmasına girişirken, bir yandan da İran İslam
Cumhuriyeti’nin emrindeki “Hizbullah” eliyle Ortadoğu ülkeleri ile
Avrupa ve Türkiye’de Şah yanlılarına karşı eylemler düzenlemeye başlamıştı.
İran rejimi, ilk aşamada Irak’a ve daha sonra Türkiye’ye de devrim ihraç etmek
istiyordu. Asıl amacı da Irak ve İran’daki Kürtleri denetimi altında tutmaktı.
Hizbullah, Türkiye’deki Kürtleri
etkilemeye çalışıyordu.
Tahran’da “Vezaret-i İrşadı
İslami” tarafından hazırlanan “Kürdistan, Emperyalizm ve Bağımlı
Gruplar” başlıklı kitap Türkçe olarak yayımlandı.
Hizbullah ve öteki Şii örgütleri,
Türkiye’de de örgütlendiler. Güneydoğu’daki “Hizbullah” adlı örgüt,
bu Şii örgütlerinin Türkiye’deki uzantısıdır. Güneydoğu’daki Hizbullah, İslamcı
Kürtler’den oluşur, “Hizbullah” ve “Amal” örgütleri ile
aynı yolu izler, aynı yöntemleri kullanır.
PKK ise Marksist-Leninist ideolojiye
dayandığını ileri sürer. İslamcılıkla Marksist-Leninistlik nasıl bağdaşır?
Tabii ki bağdaşmaz.
PKK 15-26 Temmuz 1961 tarihleri arasında
topladığı 1. Kongre’ye sunduğu raporda Marksist-Leninist ideolojiyi
benimsediğini ve bu bağlamda şu stratejiyi uyguladığını açıklamıştı:
– Orta-Kuzey-Batı Kürdistan Devrimi
proletarya önderliğindeki bir Milli Demokratik Devrim’dir (Politik Rapor,
Weşanen Serxwebun, 1982, Köln, s. 92 ve 147).
1988 yılından sonra Tahran rejiminin
PKK’ya Kuzey İran’da kamp yerleri vermesi üzerine PKK lideri Abdullah Öcalan,
İran İslam Devrimi’ni öven demeçler vermeye başladı:
– Çünkü İran devrimi İslam’ı, ilerici
temelde kullanmış veya değerlendirmiştir, devrimci ve anti emperyalist özünü
ortaya çıkarabilmiş ve büyük etkinlik sağlamıştır. (Serxwebun, Kasım 1990, s.
19)
Öcalan, Almanya’da yayımlanan “Din
Sorununa Devrimci Yaklaşım” adlı kitapta da şu görüşleri savundu:
– Bir İran deneyiminde olduğu gibi anti
emperyalist, radikal çıkış örneklerinden yararlanarak, bunların olumlu
yönlerini kendi koşullarımıza göre değerlendirerek ve daha olumlu bir karşılık
vererek sonuç alabiliriz. (Din Sorununa Devrimci Yaklaşım, Weşanen Serxwebun,
1991, Köln, 119)
Marksist-Leninist olduğunu ileri süren
PKK’nın din silahına el atması ters tepki yaratmış ve PKK’nın bu yeni
stratejisi herhalde “Hizbullah” örgütünü ve İslamcı Kürtleri harekete
geçirmiştir.
“Kürt Hizbullahı” özellikle son
bir yıldır PKK’ya karşı saldırılar düzenliyor. Bu saldırılar devlet içindeki
örgütler, örneğin “Kontrgerilla” olarak bilinen eski adı “Özel
Harp Dairesi” tarafından destekleniyor mu? Bunu, bugün için bilmeye ve
yazılı belgeye dayanarak kanıtlamaya olanak yoktur.
Bazı devlet görevlileri ile bu tür
örgütler arasında hiyerarşik düzen içinde ve emir komuta ile değil, 12 Eylül
öncesinde kanıtlandığı gibi bireysel ilişkiler de kurulabilir.
12 Eylül öncesinde kurulan bu ilişkilerin
bir kısmı yazılı belgelere dayanılarak kanıtlanmış ve ilişkiler bu köşede
yayımlanmıştı. Ancak bu ilişkilerin devletin hangi tepe noktasına kadar
ulaştığı ise bir türlü anlaşılamamıştı.
Bugün, hükümetin başta Musa Anter cinayeti
olmak üzere bölgede işlenen bütün cinayetleri tek tek aydınlatması gerekir. Bu
cinayetler aydınlanmaz ve bu saldırılar da böyle sürüp giderse, devlet-haklı ya
da haksız, yanlış ya da doğru- bu tür suçlamalardan kurtulamaz.
UGUR MUMCU
(Cumhuriyet, 26 Eylül 1992)