Erkan Baş: İktidar, Suriye’deki cihatçılar üzerinden zafer pazarlamaya çalışıyor
TİP Genel Başkanı Baş, gazeteci İlker Karagöz’ün sorularını yanıtladı.
Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı Erkan Baş, bu sabah katıldığı “İlker Karagöz ile Çalar Saat” programında, iktidarın Suriye’de Beşar Esad yönetiminin devrilmesinin ardından sürdürdüğü tutumu “Suriye’de bir grup cihatçıya yaslandılar, onlar üzerinden bir zafer pazarlamaya çalışıyorlar. Utanç verici bir durum” sözleriyle eleştirdi.
TİP Genel Başkanı Erkan Baş, bu sabah NOW TV ekranlarında yayınlanan “İlker Karagöz ile Çalar Saat” programına konuk olarak gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu.
Asgari ücret tartışmalarından bütçe görüşmelerine, Polonez işçilerinin direnişinden Suriye’de yaşanan son gelişmelere, gündeme ilişkin birçok konuda açıklama yapan Baş, ekonomi tartışmalarına ilişkin değerlendirmelerini de paylaştı.
‘BİZİ İZLEYEN İNSANLARIN TAMAMI DÜŞÜK ÜCRETTEN ŞİKAYETÇİ’
Erkan Baş, İlker Karagöz’ün Polonez işçilerinin direnişiyle ilgili sorduğu “Ankara’ya ulaşmak bu kadar zor mu? Polonez işçilerinin Ankara’ya ulaşması, seslerinin duyulması neden istenmiyor?” şeklindeki soruya şöyle yanıt verdi:
“Muhabir arkadaşımız birkaç kez şunu vurguladı, kendisi de bir basın emekçisi olduğu için anayasal haktan söz ediyor. Yani diyor ki ‘Bu muameleyi reva gördüğünüz işler ne yapmışlar’. Anayasanın kendilerine verdiği sendikal örgütlenme hakkını kullanmışlar. Polonez işçileri üzerine saatlerce konuşabiliriz ama hatırlatalım, aynı anda Birleşik Metal-İş Sendikası MESS Toplu Sözleşmeleri kapsamında grevde. Aynı anda Çayırhan’da özelleştirmeye karşı maden işçileri direniyor. Daha çok kısa bir süre önce Soma’dan Ankara’ya bir maden işçileri yürüyüşü oldu, AKP milletvekili patronlarından hakkını almak için o işçiler de ölümüne bir mücadele verdiler. Aslında galiba Türkiye’nin çok geniş bir kesimi şu anda aynı şeyi yaşıyor. Ben sanıyorum ki şu anda bizi izleyen insanların tamamı düşük ücretten şikayetçiler. Mesela sizin sektörünüzden dün Basın-İş açıkladı, basın iş kolunda çalışanların yüzde 90’ı 25 bin lira altında maaş alıyor yapılan araştırmaya göre. Kim olursa olsun, Türkiye’de şu anda emeğiyle, alın teriyle yaşayan herkes düşük ücretle uzun çalışma saatlerine maruz bırakılarak ve örgütsüz biçimde çalıştırılıyor. Şimdi bununla isterseniz Türkiye’deki genel tabloyu birleştirelim. Bir rakam vereceğim, 80 öncesi, yani sendikal örgütlenmelerin güçlü olduğu, işçi sınıfının bugünle mukayese edilemeyecek düzeyde örgütlü olduğu, sendikalı olduğu dönemde kişi başına düşen gayri safi milli hasılanın yüzde 80’i asgari ücret olarak belirleniyordu. Bugün, 2025 için bütçede konuşuyoruz. Plan ne? Kişi başına 60 bin lira düşecek Türkiye’de. 1980’le mukayese etsek, bugün asgari ücretin 48 bin lira olması gerektiğini söylüyoruz. Bizim tartıştığımız rakam ne? Yüzde 50 zam yapılsa bunun yarısına ancak ulaşılacak bir rakamdan sürdürüyoruz. Bu ikisi arasındaki ilişkiyi görmek lazım.
‘TÜRKİYE’DE SENDİKALAŞMA ŞU ANDA EN CİDDİ PROBLEMLERDEN BİR TANESİ’
İktidarın bir politikası var. İktidar istiyor ki Türkiye’deki işçiler en ucuz maliyet olsunlar. Hem içeride hem dışarıda, yani yerli yabancı bütün patronlar açısından iktidarın amacı şu. Diyor ki, ‘Ben bu işçiyi ne kadar ucuza çalıştırırsam patronlar o kadar kar etmeye devam ederler’. 85 bin tane bir milyon doların üzerinde serveti olan insandan söz ediyoruz, yani Türkiye’nin binde biri. Bakın biz eskiden şöyle konuşuyorduk, ‘Türkiye’nin tepesindeki yüzde birin çıkarları için yüzde 99 eziliyor’ diyorduk. Şimdi bu o kadar azaldı ki, Türkiye’nin tepesindeki binde biri daha zengin etmek için hepimizin ezilmesi gerekiyor. Bunun nedenle Polonez direnişi son derece önemli bir direniş. Bu işçiler çok uzun yıllardır o fabrikada çalışan işçiler ve nihayet bıçak kemiğe dayanmış artık, başka türlü yaşayamayacaklarını görmüşler, örgütlenmişler. Utanç verici bir sahneyi hatırlatmak lazım, emniyet müdürü geliyor bu işçilere ‘Sizin yüzünüzden çocuklarınız da fişlenir ve geleceklerini kaybederler’ diyor. Tehdidin düzeyine bakın… Ne yapıyor bu işçi? Anayasal hakkını kullanıyor, emeğinin karşılığını almak için arkadaşlarıyla örgütlenmiş bir ses çıkartmış. Henüz anayasal örgütlenmenin ilk adımını atmışlardı, sendika üyelik başvurularını yaptılar, sendika orada çoğunluğu aldığı anda patron ‘yüz kızartıcı suç’ kapsamında işleri işten attı. Çalışma Bakanı nerede? Çalışma Bakanı muhtemelen patronun arkasına saklanmıştır. Yani Türkiye’de çok alışık olduğumuz bir durum. Türkiye’de sendikalaşma şu anda en ciddi problemlerden bir tanesi. Çünkü şunu biliyorlar, siz eğer yalnız kalırsanız çaresiz kalırsınız, kendinizi güçsüz hissedersiniz, sizi istedikleri koşullarda çalıştırabilirler.
‘TÜRKİYE’DEKİ BÜTÜN EMEKÇİLERİ BULUNDUKLARI İŞ KOLUNDA SENDİKALARA ÜYE OLMAYA ÇAĞIRIYORUM’
Patronlar son derece örgütlü ve patronların örgütlenmesi Ankara’ya, Saray’a kadar ulaşan bir örgütlenme, her tür desteği alıyorlar orada. Bizim bunun karşılığını yapabileceğimiz tek bir şey var, bir kere bütün yurttaşların Polonez direnişinin hepimizin direnişi olduğunu görmesi lazım. Orada tabii ki kendi çocuklar için direniyorlar, kendi emekleri için direniyorlar ama sizin için de benim için de bizi dinleyen milyonlarca yurttaşımız için de direniyorlar. Hepimiz kazanırız ya da hepimiz kaybederiz. O yüzden bu direnişe destek olmak için hepimizin yapabileceği bir şey var. Bunlar koca koca markalar, bugün Türkiye’de hangi markete girseniz, hangi marketten alışveriş yapsanız orada Polonez diye göreceksiniz o markayı, işçilerin hakkını vermeden daha fazla kazanmanın yolunu arayan bir şirket var orada. İkincisi, bizim hep beraber şunu yapmamız lazım: Hangi iş kolunda, hangi sektörde çalışıyor olursak olalım hepimizin bu anayasal hakkı kullanması lazım. Türkiye’deki bütün işçileri, bütün emekçileri, çalışan herkesi, işçi memur ayrımı gözetmeksizin bulundukları iş kolunda mutlaka sendikalara üye olmaya çağırıyorum. Başka bir yolu yok bu işin. Eğer biz örgütlenemezsek, Türkiye zenginleşiyor, Türkiye büyüyor, ama bizim payımıza düşen azalıyor. Türkiye tarihinde hiç görülmedik bir servet transferi yaşıyoruz şu anda. Hiç görmediğimiz bir gelir adaletsizliği yaşıyoruz, vergi adaletsizliği yaşıyoruz. Bunların hepsinin arkasında ne var? Bunlar şunu gözlerine kestirmişler. Biz güçsüzüz, zayıfız, örgütsüzüz. O zaman her şeyi yapabilirler. Ama esas güç bizde, bu devletin bütçesini oluşturan biziz. Dolayısıyla yapacak şey, bu gücümüzün farkına varmak.
‘TÜRKİYE’DE ENFLASYONUN TEMEL NEDENLERİNDEN BİRİ ASGARİ ÜCRETE YAPILAN ZAM DEĞİL, AŞIRI KAR’
Asgari ücretle ilgili bir mantığı değiştirmemiz lazım. Sorun ne? Asgari ücret bir kere en deneyimsiz, en tecrübesiz, bekar bir işçinin yaşayabilmesi için gereken asgari rakam. Türkiye’de ise asgari ücreti mesela iktidar 4 kişilik bir aileye göre belirliyor, hane başı belirleniyor. Biraz önce söylediğim rakam, 60 bin lira dedim ya kişi başına düşen, aileden düşünsek, hane başına 200 bin lira aylık girmesi gerekiyor. İkincisi, asgari ücretin genel ücret haline gelmesi meselesiyle uğraşmamız lazım. Bu kabul edilebilir bir şey değil. Üçüncüsü, asgari ücretin neye harcanacağı önemli. Şimdi siz asgari ücreti ne kadar yükseltirseniz yükseltin, insanlar aldıkları bütün maaşı fatura ödemeye, elektrik, su, doğalgaz, internet, telefon faturalarına, kiraya, yol parasına verip ellerinde hiçbir şey kalmadığında bu rakamların bir şey ifade etmediğini göreceğiz. O yüzden asgari ücret değil de insanca yaşamayı tartışmamız lazım, belki temel ücretleri tartışmamız lazım. Bir de o kadar sistematik biçimde yalanlar söyleniyor ki. Mesela ‘Asgari ücrete zam yaparsak enflasyon artar’. Hiç öyle olur mu olmaz mı tartışması yapmayacağım, dönelim geriye doğru bakalım. 2005 ile 2015 arasına bakalım, mesela bu yıllarda asgari ücrete yapılan zamla enflasyon ilişkisini inceleyelim. Ne zaman asgari ücrete enflasyondan fazla zam yapıldığı için bir dahaki yıl enflasyon çok fazla yükselmiş? Böyle bir şey yok ki. Tam tersine, Türkiye’de enflasyonun temel nedenlerinden bir tanesi mesela aşırı kar. Yani dikkat edin, bu enflasyonist dönemden bahsediyoruz, büyük şirketlerin karlarında bir azalma yok. Onlar çok daha büyük karlar elde ediyorlar enflasyonist dönemde.
DİYANET İŞLERİ BAŞKANI’NIN ‘AUDİ’Yİ ÇOK GÖRDÜLER’ SÖZÜNÜ ELEŞTİRDİ
Diyanet İşleri Başkanı’nın ‘Audi’yi çok gördüler’ sözü aslında gerçekten Türkiye’yi yöneten zihniyetin, onların görevlendirdiği ve bir düzeyde de onları temsil eden bürokratların ifadeleriyle anlaşılıyor. Senin işin en lüks makam araçlarına binmek mi? Devletteki herhangi bir görev halka hizmet görevi değil mi? Ben mesela şundan utanırdım, onun yerinde olsam ya da bu ülkeyi yöneten herhangi birinin yerinde olsam. Geçen gün bir gazete haberi gördüm, 78 yaşında Konya’da bir inşaat işçisi hayatını kaybediyor. İnsan 78 yaşında inşaatta çalışmak zorunda kalıyor ya bu ülkede! Bu ülkeyi bu hale getirmişsiniz!
‘BU BÜTÇE ‘YENİDOĞAN ÇETESİ BÜTÇESİ’DİR’
Bütçelerini okuyoruz, dinliyoruz. Ben bütçeye ilişkin yaptığım değerlendirmede şunu söyledim. Bu dönemin bir olgusu var ve bu bütçeyle son derece tutarlı bence. Bu bütçe, Yenidoğan Çetesi bütçesidir. ‘Daha fazla Yenidoğan Çetesi’ni nasıl yaratacağız bütçesidir’ bu bütçe. Çünkü siz ne yapıyorsunuz? En temel insan hakkı olan sağlığı parayla alınıp satılabilen bir şeye dönüştürüyorsunuz. Birilerinin buradan para kazandığı bir şey olmasının kapısını açtığınız anda, artık para insandan daha kıymetli hale geldiğinde, sizden, benden, sokaktaki milyonlarca insanın hayatından daha önemli bir şey haline geldiğinde, işte o kademe kademe gidiyor ve bu kadar rezilliklerle karşı karşıya kalıyoruz.
‘SİSTEM BİR BÜTÜN OLARAK ÇETELER KOALİSYONUNA, SUÇ ÖRGÜTLERİNİN BİRBİRLERİNİ KOLLADIKLARI BİR MEKANİZMAYA DÖNMÜŞ’
Şimdi bakıyorsunuz bütçeye… Bu bütçede bu tarz çetelerin önünü açan her türlü uygulama yapılıyor. Biz daha önce Beşli Çete diyorduk, şimdi Yenidoğan Çetesi var, öbür tarafta Tarikat Çetesi diyoruz, Cemaat Çetesi diyoruz. Dikkat edin sürekli bir takım, sanki birbirinden bağımsızmış, münferitmiş gibi… Demek ki ortada aslında çeteleşmiş bir sistem var, sistem bir bütün olarak çeteler koalisyonuna dönmüş, suç örgütlerinin birbirlerini kolladıkları bir mekanizmaya dönmüş. E bu kadar açlık, yoksulluk, sefalet olan bir ülkede insanların buna isyan etmesinin önüne nasıl geçersiniz? Yargıyı kullanırsınız. Çok açık. Adalet Türkiye’de katledilmiş durumdadır. Adalet Bakanlığı, adaletin önündeki en büyük engellerden biri haline gelmiş durumda. Bu devletin resmi gücü, kamu otoritesi, işte biraz önce gördük Polonez’e karşı, dikiyorsun oraya polisi, jandarmayı işçilerin karşısına, elindeki gücü kullanıyorsun. Bir de gayri resmi güç odakları var, bunlar da senin tarafından ya finanse ediliyor ya besleniyor ya görmezden geliniyor. Buradan bütün yurttaşlar adına bu ülkeyi yönetenlere soruyorum: Bu Yenidoğan çetesi, bu cinayetleri işlerken bugünkü Sağlık Bakanı İstanbul İl Sağlık Müdürü müydü? Sonunda ne oluyor? İl Sağlık Müdürlüğü yetmiyor beyefendiye, Sağlık Bakanı yapılıyor. Şimdi onun Sağlık Müdürü olduğu dönemki Sağlık Bakanı’na bakıyoruz. Özel hastane patronu, yani sizin benim hastalanmamdan para kazanmak üzere yatırım yapmış, tırnak içinde söylüyorum bir ‘iş adamı’. Bunların oluşturduğu bir sistem var. Şimdi yargılamalar yapılıyor, hastanedeki hasta bakıcı, doktor, şu bu yargılansın, hiçbir itirazım yok. En ağır cezayı da alsınlar. Ama bunların önünü açan, bunları denetlemeyenler…
‘AİLE HEKİMLERİ, ‘HASTAYA MÜŞTERİ MUAMELESİ YAPMAK İSTEMİYORUZ’ DİYOR’
Bakıyorsunuz Sağlık Bakanlığı’nın bütçesine, yine özel hastaneler temelli. En küçük bir hastalığınızda size hizmet eden aile hekimleri isyan ediyorlar. Neye isyan ettikleri de önemli bence. Ne diyor aile hekimleri? Diyor ki ‘Sağlık performansı ölçülecek bir şey değil. Karşımızda makine yok ki tamir edelim, biz hekim olarak ona insan muamelesi yapmak istiyoruz’. Ne diyorlar? ‘Bize hasta olarak gelen yurttaşlarımıza müşteri muamelesi yapmak istemiyoruz, onları para kazanılacak bir şey olarak görmek istemiyoruz, hekimlik etiğinin gereği ne ise öyle tedavi uygulamak istiyoruz. Bizi performansa zorlamayın’ diyorlar, yani ‘Bizi Yenidoğan çetesine benzetmeyin’ diyor. Sağlık Bakanlığı oraya doğru itiyor, iktidar oraya doğru itiyor. Allah’tan bu memlekette onurlu hekimler var, namuslu hekimler var. Onlar buna karşı direniyorlar. Böyle bir şey olabilir mi? Ya tam tersi olması beklenir değil mi? Yani iktidarın halkı koruması… Mesela birtakım kötü insanlar buradan para kazanmaya çalışır. Siz iktidar olarak bunu engellemeye çalışırsınız, yurttaşı savunursunuz. Hayır, tam tersi. Bir çete düzeni kurulmuş. O çete düzeni esas olarak para kazanmaya, para kazandırmaya ve o paralarla iktidarını korumaya odaklanmış durumda Türkiye’de.”
‘BU ÜLKENİN ÇALIŞANLARININ, YARATTIKLARI DEĞERDEN PAYLARINI ALMALARI LAZIM’
Baş, açlık sınırının 21 bin lirayı, yoksulluk sınırının ise 72 bin lirayı aştığını kaydederek, “Bu durumda en düşük asgari ücretin ne kadar olması gerekir?” şeklinde soru soran Karagöz’ün sorusuna şöyle yanıt verdi:
“Bizim asgari ücretin mantığını tartışmamız lazım. Bu ülkede bir plan yapıyoruz değil mi? Önümüzdeki yıl Türkiye’de ne kadar gelir elde edilecek? Ne kadar değer yaratılacak? Bu değeri bu ülkenin çalışanları yaratılıyorsa, yaratılan o değerden paylarını almalarını sağlamak lazım. Burada başka bir sistem kurulmuş durumda. Sizi çalıştırıyorlar, milyonlarca insanı çalıştırıyorlar. Bizim bırakın hakkımızı olanı vermeyi, mümkün olan en azı vererek, en kötü koşullara bizi mahkum ederek, bunu da söyleyeceğim, seçim yatırımı yapıyorlar. Bu yıl büyük ihtimalle iktidarın kafasında bir seçim yok. O yüzden şimdi ‘minimum ne kadar az verebilirsem o kadar az vereyim, yaşam sınırının ucuna kadar götüreyim bu işi’ diyorlar. Seçimden önce asgari ücrete yılda iki kere zam yapmadılar mı? Yaptılar. Yani bunlar hepsi önümüzdeki seçim için iktidarın yaptığı hazırlıklar. Bence bu zihniyetle hesaplaşmamız lazım işte.
‘CUMHURBAŞKANLIĞI HÜKÜMET SİSTEMİ’NE GEÇERKEN ‘VERİN YETKİYİ, GÖRÜN ETKİYİ’ DİYORLARDI, ŞİMDİ HEPSİ UNUTULDU’
Mesela ‘istikrar’ kronik bir yalan Türkiye’de, ‘Ekonomi düzelecek’ kronik bir yalan. Halk için Ekonomi Paketi diye bir çalışmamız var bizim, kendi somut önerilerimizi ortaya koyduğumuz. Bununla ilgili halk toplantıları yapıyoruz. Bir tanesini de bir emekli abimiz sağ olsun hatırlattı, ben de hatırladım. 1985’te Özal ‘Biraz kemerleri sıkalım, kısa bir süre sonra düze çıkacağız’ diyordu. Şimdi bu iktidar döneminde bir parıltılı arkadaş vardı mesela, ‘Birkaç ay sonra düzelecek’ diyordu. Ondan önce bir damat vardı, düzelecekti hani? 3 aya, 5 aya, 6 aya uçacaktık. Hatırlayın, şu Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adını verdiği ucube sistemin en temel argümanı neydi? ‘Verin yetkiyi, görün etkiyi’. Dolar da düşecekti, enflasyon da düşecekti, hepimiz zenginleşecektik. Ben aylardır düzenli olarak pazar yeri ziyaret ediyorum, bir tane AKP milletvekili görmedim. Bırakın Tayyip Erdoğan’ı, bakanları falan, milletvekili bile görmedim. Bu Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçerken ‘verin yetkiyi, görün etkiyi’ diye diyorlardı. Ama şimdi bakın, hepsi unutuldu, hepsini unuttular. Ya insan utanır, insan televizyona çıkmaya utanır!
‘İYİ BİR ŞEY OLDUĞUNDA ERDOĞAN’DAN, KÖTÜ BİR ŞEY OLDUĞUNDA ALLAH’TAN’
Mesela yine istikrarlı yalanlardan bir tanesi, ‘Şimşek programı’. Şimşek kim ya? Gerçekten soruyorum, Şimşek kimsin sen? Tayyip Erdoğan’ın olmadığı bir tabloda senin hükmün ne? Tayyip Erdoğan’ın izin vermediği neyi yapabilirsin? Tayyip Erdoğan’a rağmen neyi yapabilirsin? Hepimiz biliyoruz, bütün bu ekonomik yıkımın bir numaralı müsebbibi Tayyip Erdoğan. Bakın bu iktidar 20 yıldır yönetiyor. Arada diyelim ki, kendilerince iyi bir şey olduğunda, güzel bir şey olduğunda ne diyorlar? İktidarımız, Tayyip Erdoğan başardı. Kötü bir şey olduğunda, Allah’tan. Bu anlayışla yönetiliyor bu ülke. Geçen gün çıkmış Cumhurbaşkanı yardımcısı, diyor ki, ‘Dünya çapında savaşlar var’. Ondan önce pandemi vardı, ondan önce deprem vardı, her sene ekonomik krizin bir bahanesi var. Bakın çok basit bir soru soruyorum, sizin dediğinizi kabul ediyorum, ya niye bu ekonomik krizde hep yoksullar eziliyor? Niye hiç patronlar, çok kazananlar zarar etmiyor? Onlar her gün servetlerini arttırmaya devam ediyorlar. Bir de biz niye işsiz kalıyoruz mesela? Sürekli olarak, bütün bu krizin faturasını yoksula, emekçiye yıkmaya çalışan bir iktidar var. Burada belki de bizim şimdi artık kendi ekonomi programımızı ortaya koymamız lazım. Bakın çok basit bir şey söylüyorum mesela, Türkiye’de kaynak da var, çare de var. Sen eğer zenginlerden, çok kazananlardan vergi almaya başlarsan, bu fakir fukaranın boğazındaki son lokmaya uzanmak zorunda kalmazsın. Şimdi sürekli yeni vergiler çıkartıyorlar değil mi? Biz hep bunu konuşuyoruz. Bu bütçede bin 300 tane vergi istisnası var. Kimlere? Patronlara, zenginlere, çok kazananlara. Peki bir kere yoksuldan, emekçiden, emekliden, halktan vergi almayalım dediler mi? Doğmamış çocuğumuz borçlu bu memlekette. Niye borçlu? Çünkü siz bu parayı zenginlere veriyorsunuz, faiz lobilerine veriyorsunuz. Doğmamış çocuklarımızın borçlu olmasının nedeni, onların hakkı olan, devletten almaları gereken payı, siz götürüp bir takım zenginlere veriyorsunuz.
‘EKONOMİNİN İHALESİ ERDOĞAN’A KALMASIN DİYE GÜNAH KEÇİSİ ARIYORLAR’
Ben Şimşek meselesini şöyle görüyorum. Bu ekonominin düzelmeyeceğinden adları gibi eminler, yarın öbür gün ihale Tayyip Erdoğan’a kalacak değil ya, bunun üzerinde yıkılabileceği, gönderilebilecek bir suçlusu, bir günah keçisi bulunması gerekiyor. İnsan olarak sadece üzülüyorum ama bu suça ortak olmamalarını tavsiye ederim. İktidarın sıcaklığından vazgeçme cesareti gösterebilmek de bir erdemdir, bir onurdur. Bir tarafta 78 yaşında inşaatta çalışmak zorunda kalan ve burada hayatını kaybeden işçiyi görüyoruz, bir tarafta daha birkaç günlük bebeklerin katledildiği bir ülke görüyoruz, 3-5 kuruş daha fazla para kazanabilmek için. Okullara geliyoruz, bakıyoruz, yüz binlerce çocuk eğitimden alınmış, ne okula gidiyor ne işe gidiyor, belki de işe gidiyor da biz bilmiyoruz kayıt dışında. Bu o kadar büyük bir tehlike ki… Çocuklar eğitim alamadıkları durumda ne oluyor? Tarikatların eline düşüyorlar, cemaatlerin eline düşüyorlar. Bu çocuklar eğitim alamadıklarında ne oluyor? Suç oranları artıyor. Çocukların yargılanmalarına baktığımız zaman inanılmaz bir artış var. Aslında ülkenin geleceğini kaybediyoruz biz bu çocuklar eliyle. Türkiye’de mesela bu iktidarın en çok övüldüğü şeylerden bir tanesi ne? ‘Çok cezaevi açtık. Eski cezaevlerini kapattık, modern cezaevleri açtık’ diye anlattıkları bir tablo var. Normalde aslında nasıl bir yıkıma doğru gittiğimizi gösteriyor bu. Bu çaresizliğimiz üzerine de kendi iktidarlarını inşa etmeye çalışıyorlar.”
‘BU İKTİDAR, SİYASİ VE TOPLUMSAL MEŞRUİYETİ KALMAMIŞ BİR İKTİDAR’
Erkan Baş’ın açıklamalarından öne çıkan başlıklar şöyle:
“Hiç öyle yılgınlığa, umutsuzluğa kapılmaya falan gerek yok. Ben iktidara baktığımda şunu görüyorum, bir siyasi meşrutiyeti kalmamış bir iktidar. Türkiye’de yapılan son seçimlerde bunlar yenildi, o gün bugündür de hiç birinci parti haline gelemiyorlar. Bu iktidarın toplumsal meşruiyetinin olmadığını görüyoruz. Sokakta, pazarda, manavda, bakkalda bu iktidarın temsilcileri insanlarla iletişim kuramıyorlar, kaçıyorlar. Küçük, dar bir çevrede hayatlarını idame ettirmeye çalışıyorlar. Siyasi meşruiyeti olmayan, toplumsal meşruiyeti olmayan bir iktidar ne yapıyor? Aynı zamanda hukuki meşruiyetini de yitiriyor. Anayasayı tanımayan bir iktidar, yasaları tanımayan bir iktidar, mahkeme kararlarını uygulamayan bir iktidarla karşı karşıyayız. Biz ‘Can Atalay’ diye boşuna kendimizi yırtmıyoruz, ortada açık bir anayasalı ihlali var. Can Atalay’ın, seçilmiş bir milletvekilinin cezaevinde tutulması bir suç, ama aynı zamanda bu iktidarın hukuksal zemini de ortadan kaldırıyor. Eğer siz bu anayasayı tanımazsanız, yani ‘Bende güç var, şu anda devletin gücü bende ve ben bu anayasayı tanımıyorum’ derseniz, yarın öbür gün sizin cumhurbaşkanınızı da tanımazlar, sizin bakanlarınızı da tanımazlar, sizin milletvekillerinizi de tanımazlar.
‘İKTİDAR, SURİYE’DE BİR GRUP CİHATÇIYA YASLANDI, ONLAR ÜZERİNDEN ZAFER PAZARLAMAYA ÇALIŞIYOR’
Eğer güçse belirleyici olan şey, bir taraftan da aslında iktidarın o dayanaklarını kaybeden bir rotaya doğru gittiğini görüyoruz. Şimdi neye tutundular? Suriye’de bir grup cihatçıya yaslandılar şu anda, onun üzerinden bir zafer pazarlamaya çalışıyorlar. O kadar utanç verici bir durum ki… Mesela Türkiye iç siyasetinden baktığımızda Tayyip Erdoğan sürekli ne anlatıyor bize? Yerlilik, millilik, ‘Emperyalizme kafa tutuyoruz’ diyor, sorsanız İsrail’le göğüs göğüsle mücadele ediyorlar. Bakıyorsunuz, bütün dünyada Suriye’deki gelişmeleri alkışlayarak, sevinç naraları atarak kim karşılıyor? Amerika Birleşik Devletleri, İsrail ve Türkiye’de AKP iktidarı. Yani düştükleri durumu görebiliyor musunuz? Cihatçı çetelerin, şeriatçı çetelerin hamiliğine soyulmuş ve komşusunda bir yangına sebep olan bir iktidar. Burada Esad’ın karakterini hiç tartışmıyorum, ben şükürler olsun hiç ‘Kardeşim Esad’ demiş biri değilim. Düne kadar ‘Kardeşim Esad’ diyordu şimdi arkasından davullar çalıyorlar ama ne oluyor? Filistin halkının neler yaşayacağını düşünüyoruz, İsrail’in Şam’a doğru ilerlediği haberleri düşüyor değil mi? Türkiye’nin komşusu şimdi bir şeriat devleti, bir cihatçı örgütlenme ve Tayyip Erdoğan Kendi iktidarını korumak, içeride bir meşruiyet alanı yaratabilmek için bundan faydalanmaya çalışıyor.
Bu iktidar ‘Türkiye’de 3 Y’ye karşı, yoksulluk, yolsuzluk ve yasağa karşı geliyoruz’ demişti. Şimdiki AKP iktidarı yoksulluğun arttığı, yasakların arttığı, yolsuzlukların arttığı, üstüne yağmanın ve yalanın da Birleştiği 5 Y iktidarı haline geldi. Ama şuna güveniyorum, hiçbir tereddüdüm yok, ben bu ülke halkına, bu ülkenin emekçilerine, bu ülkeyi yaratan bizlere, hepimize son derece güveniyorum. Biz o gerici yobazları da patronları da çeteleri de bütün yalanları yenebilecek güce sahibiz, çünkü doğruyuz, çünkü haklıyız.”