Ahmet Şık: Hepimiz korkularımızdan daha büyük ve kalabalığız!
TİP Milletvekili Şık, Meclis’te düzenlediği basın toplantısında konuştu.
Türkiye İşçi Partisi (TİP) Milletvekili Ahmet Şık, Genel Kurul’da devam eden bütçe görüşmeleri sırasında Meclis’te düzenlediği basın toplantısında, “Ne yazık ki yaşanan her şeyin bu delirtici sessizlikle, suskunlukla bağı var. Hak sahibi olduğumuzu savunmaktan, hakkımıza sahip çıkmaktan ve bunda inat etmekten başka çaremiz de yok. Çünkü biz, hepimiz korkularımızdan daha büyük ve kalabalığız” ifadelerini kullandı.
TİP İstanbul Milletvekili Ahmet Şık, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Genel Kurulu’nda Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığı’nın 2025 yılı bütçesi için yapılan görüşmeler devam ettiği sırada bir basın toplantısı düzenledi.
Şık, Genel Kurul’da devam eden bütçe görüşmelerinden, “Bugün, son 20 yıldır ülkeye egemen olanların kurdukları suç düzeninin devamlılığı ve hesap sorulamazlığını sağlayan bakanlıkların bütçesi görüşülüyor” sözleriyle bahsetti.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın kölelik sisteminin koşullarını sağlamaktan sorumlu olduğunu kaydeden Şık, İçişleri Bakanlığı’nın ise sömürü düzeninin sorunsuz biçimde sürdürülebilir kılmanın önüne çıkan engelleri aşmak için var olduğunu dile getirdi.
‘BUGÜN, SUÇ DÜZENİNİN DEVAMLILIĞI VE HESAP SORULAMAZLIĞINI SAĞLAYAN BAKANLIKLARIN BÜTÇESİ GÖRÜŞÜLÜYOR’
Ahmet Şık’ın bugün düzenlediği basın toplantısında yaptığı konuşmada şu ifadeler yer aldı:
“Bugün Meclis Genel Kurulu’nda çok önemli iki bakanlığın, Çalışma ve Sosyal Güvenlik ile İçişleri Bakanlıklarının bütçe görüşmeleri yapılacak. Bu iki güzide bakanlık Adalet Bakanlığı’yla birlikte diğerlerinden daha önemli, çünkü Saray Rejimi’nin sürdürülebilir kılınmasını sağlayan en önemli organlar. Yurttaşları sermayeye köle, iktidarlarına kul yapma kararlılığındaki Saray Rejimi’nin en kısa özeti şu: Saraydaki şahıs ve şürekâsı ülkeyi istediği gibi yönetsin, bir avuç patrona, zengine tüm kaynaklar peşkeş çekilerek memlekette her türlü yağma ve talan gerçekleşsin, her türlü hukuksuzluk yapılsın ama hesap sorulamasın, çatlak sesler ezanla duyulmaz kılınsın, suçların üzeri bayrakla örtülsün, yoksulların payına daha da yoksulluk ve işsizlik düşsün, tüm bunlara itiraz eden hesap sormaya kalkanlar da ‘terörist, vatan haini, darbeci, casus’ yaftalarıyla zindanlara atılsın. İşte bugün, son 20 yıldır ülkeye egemen olanların kurdukları suç düzeninin devamlılığı ve hesap sorulamazlığını sağlayan bakanlıkların bütçesi görüşülüyor.
‘ÇALIŞMA VE SOSYAL GÜVENLİK BAKANLIĞI’NIN İŞİ, KÖLELİK SİSTEMİNİN KOŞULLARINI SAĞLAMAK’
Verileri tartışmalı saray istatistik kurumu TÜİK’e göre, Türkiye nüfusunun kayıtlı çalışan sayısı yaklaşık 32 milyon, kayıtlı işsiz sayısı da 11 milyon. Çalışanların ezici çoğunluğunun maaşları ise asgari ücret ile asgari ücretin 2 katı kadarına kadar ulaşan oranlarda değişiyor. Ücretli kesimin yarıdan fazlasının maksimum 40 bin lira maaş aldığı ülkede, 2024 yılı için açlık sınırının 21 bin lira, yoksulluk sınırının da 72 bin liranın üzerinde olduğunu anımsatalım. Yani memleketin çalışma düzeni sermaye ve yönetici sınıfındaki azınlık ile iş birlikçilerine üçer beşer maaşlar, örtülü ödenekler, milyonlarca, milyarca dolarlık cukkalarla zenginlik ve neşe; geniş yığınlara ‘fıtrat, ezan, dua, bayrak’ yalanlarıyla süslü yoksulluk ve mutsuzluk. İşte Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın işi, bu kölelik sisteminin koşullarını sağlamak.
‘SÖMÜRÜ DÜZENİNİ SÜRDÜRÜLEBİLİR KILMANIN ÖNÜNE ÇIKAN ENGELLERİ AŞMAK İÇİN İÇİŞLERİ BAKANLIĞI VAR’
Sömürü düzeninin sorunsuz biçimde sürdürülebilir kılmanın önüne çıkan engelleri aşmak için de İçişleri Bakanlığı var. Bir ülkenin İçişleri Bakanlığı o ülkedeki iktidarın kimin hizmetkarı olduğunu açıkça gösterir. Elbette diğer bakanlıklar da böyledir ama İçişleri Bakanlığı tırnak içinde söylüyorum, sahip olduğu ‘meşru şiddet’ yetkisini kullandığı kesimleri özenle seçerek bize bu iktidarın halkın değil bir avuç patronun, çetenin, tarikatın hizmetkarı olduğunu doğrudan gösteriyor. Yurttaşlarımıza soruyorum: Biz bu memlekette, polis kaskını, polis copunu, biber gazını ne zaman görüyoruz? Sokaklarda hilafet yürüyüşleri düzenlenirken görmüyoruz, memleketin göbeğinde bombalar patlarken görmüyoruz, mafya şehirleri ele geçirirken de görmüyoruz, sokak ortasında insanlar öldürülürken de görmüyoruz. Ama hakkını aramak için sokağa çıkanların karşısında görüyoruz. Her gün kadınlar katledilirken, katillerine yol veren bu düzene itiraz eden kadınlar meydanları doldurduğunda görüyoruz. Parasız eğitim için, kayyım rektörlere karşı mücadele eden öğrencilerin evlerinin kapısı kırılırken görüyoruz. Van’da, Mardin’de, Hakkari’de, Dersim’de, Esenyurt’ta ‘Halkın iradesine ipotek koyamazsınız’ diyenler bir araya geldiğinde görüyoruz. ‘Varız, var olacağız’ diyen LGBTİ+’lar yan yana geldiğinde görüyoruz. Toprağına, suyuna, ağacına sahip çıkmak için direnen yurttaşlarımızın karşısında görüyoruz. Emeğinin hakkını arayan, insani koşullarda katledilmeyecekleri bir iş ve yaşam için mücadele eden işçilerin karşısında görüyoruz. Yani İçişleri Bakanlığı bu memleketin turnusolüdür. Kimi zaman varlığıyla oradadır, kimi zaman yokluğuyla oradadır, ama mutlaka oradadır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na döneceğiz. Ama hazır söz İçişleri Bakanlığı’na gelmişken buradan devam edelim.
BAKAN YERLİKAYA’YA SORULAR SORDU
Selefi Süleyman Soylu’ya dönük nefret üzerinden kazandığı krediyi tüketen İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, kendisine birçok kez sorular yöneltmemize rağmen hep sessiz kalmayı tercih etti. Tıpkı diğer bakanlar gibi Yerlikaya’nın da iktidarın kirlerine, suçlarına dair sorulara sessizlikle mukabele etmesine alışığız, ama bir yerlere not düşmek adına kendisine yine bazı sorular soralım.
Süleyman Soylu’nun İçişleri Bakanlığı döneminde dokunulmazlığı bulunan mafya lideri Ayhan Bora Kaplan, bakanlıkta yaşanan değişimin ardından tutuklanmıştı. 3 Aralık günü yapılan karar duruşmasında, ilk derece mahkemesi Kaplan’a 68 yıl hapis cezası verdi. Bu elbette nihai karar değil. Dosya önce İstinaf Mahkemesi’ne ardından da Yargıtay’a kadar gidecek. Kaplan’ın tutuklandığı günden bu yana merkezinde Ankara Emniyet Müdürlüğü ve Ankara Adliyesi olan birtakım tuhaflıklar yaşandı. Süleyman Soylu’nun içişleri bakanlığı döneminde korunup kollandığı ve faaliyetlerine göz yumulduğu iddia edilen, 15 Temmuz kalkışması sırasında Soylu’nun telefonla arayıp çağırması üzerine, uzun namlulu silahlarla donatılmış adamlarıyla birlikte TRT’nin önüne giden Kaplan’ın ceza almasından bir hafta sonra da tuhaflıklar sürdü. Hatırlarsanız, Kaplan dosyasının gizli tanığı Serdar Sertçelik, elektronik kelepçeli halde ev hapsindeyken firar etmişti. Sonrasında, aralarında üst düzey hükümet görevlilerinin de bulunduğu bazı isimlerin polislerin zorlamasıyla ifadesine yerleştirilmeye çalışıldığını öne süren Sertçelik iddiasına ilişkin bazı ses kayıtları da yayınlamıştı. Unutanlar için hatırlatmak gerek, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Ankara Emniyeti’nde yaşananları ‘hükümete yönelik darbe girişimi’ olarak nitelendirmiş, soruşturmaya adı karışan polisler için de ‘darbeci’ ifadelerini kullanmıştı.
Bu gelişmelerin ardından, Organize Şube’den sorumlu Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı Murat Çelik, Organize Şube Müdürü Kerem Öner ve Müdür Yardımcısı Şevket Demircan ‘darbe’ iddiasıyla tutuklandı. Aynı zamanda 7 Eylül 2023’te Ayhan Bora Kaplan’ı gözaltına alan isimler de olan polis müdürleri, ‘darbeci’ diye suçlanmalarına karşın ‘görevi kötüye kullanmaktan’ açılan davada 4 aylık tutukluluklarının ardından tahliye edildiler. Adli kontrol tedbiri uygulanarak tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan ve yargılamaları devam eden o polis müdürleri geçen hafta görevlerine iade edildiler. Ayhan Bora Kaplan’dan aldığı rüşvet parasını Menzil tarikatına bağışladığı öne sürülen Murat Çelik, Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde görevlendirilirken, Şevket Demircan ve Kerem Gökay Öner ise Ankara dışına tayin edildi. Polis şefleri 3 gün önce yeniden gözaltına alındılar. Bu seferki suçlama ise yurt dışında yaşayan Fethullahçı medya mensuplarından Cevheri Güven’e, Ayhan Bora Kaplan dosyasıyla ilgili bilgileri, sızdırmaktı. Aynı suçlama nedeniyle Ankara Narkotik Şube’de görevli polis memuru Serkan Dinçer de daha önce tutuklanmıştı. Polis şefleri savcılıktaki ifadelerinin ardından serbest bırakıldı.
‘GÖZALTI UYGULAMASI VE SORUŞTURMANIN SELEFİNİZ SÜLEYMAN SOYLU’YLA İLGİSİ VAR MI?’
Şimdi, hakkını arayan herkesin karşısına polis diken İçişleri Bakanına soruyoruz:
Bu polis şeflerinin Cevheri Güven soruşturmasında gözaltı alınacağından İçişleri Bakanlığı ve Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün haberi olmuş mudur? Polis şefleri henüz savcılık sorgusundayken ve olay duyurulmamışken iktidara yakın medya organlarına soruşturmayı sızdıranların bulunabilmesi için bir çalışma yapılmakta mıdır? Bu gözaltı uygulaması ve soruşturmanın selefiniz Süleyman Soylu’yla ilgisi var mıdır? Polis müdürleri hakkındaki darbe soruşturmasının talimatını veren ve Süleyman Soylu’yla yakın olduğu bilinen Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekili Veysel Kaçmaz’ın bu yeni soruşturmayla ilgisi var mıdır? Polis şefi Murat Çelik’in, Ayhan Bora Kaplan’ın avukatından 300 bin dolar rüşvet aldığı ve Menzil tarikatına bağışladığı iddiaları doğru mudur?
‘RÜŞVET İLİŞKİSİNE GİREN POLİS ŞEFİ HALA NASIL GÖREVİNE DEVAM EDEBİLİYOR?’
Toplam miktarı 6,5 milyon doların kaporası olan bu rüşvet alışverişinin buluşma ve görüşmelerinin, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun ekibinde yer alan eski Ankara Emniyet Müdürü Servet Yılmaz’ın da yardımcısı olan ve Kaplan’dan rüşvet almak suçlamasıyla meslekten ihraç edilen Alp Arslan’ın İzmir Emniyeti İstihbarat Şubede görevli polis kardeşi tarafından kayda alındığı iddiaları doğru mudur? Rüşvet ilişkisine giren polis şefi hala nasıl görevine devam edebilmektedir? Cevheri Güven’e bilgi sızdırdığı için tutuklanan Ankara Narkotik Şube’de görevli Serkan Dinçer’in, Murat Çelik’in talimatıyla hareket ettiği iddiaları doğru mudur?
‘KAPLAN’IN DOSYASINDAKİ TUHAFLIKLARLA SİYASİ İKTİDARA NE MESAJ VERİLİYOR?’
Ayhan Bora Kaplan’ın emniyet ve yargıda kimlere rüşvet verdiğine ilişkin bilgi ve belgeleri güvendiği bazı isimlere teslim ettiği ve ilk derece mahkemesinin verdiği 68 yıllık hapis cezası bozulmazsa bu bilgileri kamuoyuna açıklamakla tehdit ettiği doğru mudur? Ayhan Bora Kaplan’ın rüşvet verdiği kişiler arasında soruşturmasında görevli yargı mensupları var mıdır? Ayhan Bora Kaplan’la ilgili yürütülen soruşturmadaki tuhaflıklar zinciri, emniyet ve yargı camiasında çok sayıda bürokratın mafyadan rüşvet almasını örtbas etmeye mi yöneliktir? Bu soruşturmalar ve Ayhan Bora Kaplan’ın dosyasında tesadüfle açıklanamayacak tuhaflıklarla siyasi iktidara niçin ve hangi mesaj verilmektedir?
‘‘ÇÖZÜM SÜRECİ’ DİYE ‘TUZAK SÜRECİ’ ÖRGÜTLEYEN İKTİDAR DA BİLİYOR Kİ HAKSIZLIĞIN KENDİSİNDEN DAHA YARALAYICI OLAN İNKÂRDIR’
İçişleri bakanı bu soruları da duymazdan gelecek, yine sessizliğe bürünecek. Ama Saray talimatıyla kayyım atamalarına imza atıp halk iradesini gasbettiğinde hiç susmuyor. ‘Terör’, ‘kanun’ hatta ‘hukuk’ bile diyor. Yapılanların hukuki olup olmaması bir yana sanki memlekette asgari hukuk ve hukuk normlarına göre hareket edebilecek cesaretli bir yargı mensubu varmış gibi konuşuyor. Şimdi Ali Yerlikaya’ya seslenelim ama sözümüz sahibinedir, insanların barış özlemini alçakça istismar eden, iç siyaseti dizayn etmek için oyunlar kuran tuzaklar hazırlayan Saray iktidarınadır sözümüz: ‘Kürtler ne der?’ diye sorma ihtiyacı bile hissetmeden, kapalı kapılar ardına yurttaşların iradesi üzerinden pazarlık yapmayı adet edinen, ‘çözüm süreci’ diye ‘tuzak süreci’ örgütleyen iktidar da biliyor ki haksızlığın kendisinden daha yaralayıcı olan inkârdır. Ancak ne Kürt olabilmek ve Kürt kalabilmek ne de Kürt olabilmek ve Kürt kalabilmek için ölümü bile göze alarak ısrar etmek suç değildir.
‘SİZDEN ÖNCEKİLER DE ÇOK DENEDİ, NE MÜCADELEYİ NE DE EŞİTLİKTE ISRAR EDENLERİ BİTİREBİLDİ’
Zalimlikle her türlü hukuksuzluğu, haksızlığı yapabilir, istediğiniz oyunları kurabilir, istediğiniz belediyeye kayyım atayabilir, istediğinizi esir edebilirsiniz. Ama, bu kadar insanı ne yapacaksınız? İradesine ipotek koymaya çalıştığınız bu kadar Kürt’ü ne yapacaksınız? Kürtlerle birlikte eşitlik içinde yaşamaya yemin etmiş bu kadar Türk’ü, Laz’ı, Çerkes’i, Arap’ı ne yapacaksınız? Hepimizi mi tutuklayacaksınız? Kurduğunuz her oyun tutmadığında, irademize, hayatımıza canımıza mı kastedeceksiniz? 25 senedir böyle, bitiremediniz. Sizden öncekiler de çok denedi, ne mücadeleyi ne de eşitlikte ısrar edenleri bitirebildi. Siz de bitiremeyeceksiniz.
‘ÇALIŞMA BAKANLIĞI, TARİHİN EN YÜKSEK İŞSİZLİĞİNİ YARATMANIN ‘HAKLI GURUR’UNU İZLİYOR’
Daha söyleyecek çok sözümüz var da uzatmadan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na ve Bakan Vedat Işıkhan’a geçelim. Bakanlığın kendi internet sitesindeki görevler başlığına bakınca karşımıza şunlar çıkıyor: Çalışma hayatı ile ilgili mevzuatı uygulamak; işçi-işveren ilişkilerini düzenlemek, çalışma barışını sağlayacak tedbirleri almak; sendikalar, toplu iş sözleşmesi, grev ve lokavta ilişkin mevzuatta öngörülen işleri yapmak; istihdamdaki gelişmeleri izlemek ve istihdamı sağlayıcı tedbirleri almak, üretimde emek verimliliğini yükselten politikaları geliştirmek amacıyla çalışmalar yapmak. Çalışma hayatı ile ilgili mevzuat dedikleri, iktidar oldukları ilk günden bugüne, bir dizi yasal değişiklik ve uygulamayla emek düşmanı politikaları üretmek ve kalıcı hale getirmek; işçi ve işveren ilişkilerinden her zaman işvereni desteklemek, işvereni korumak ve işçiyi sermayeye köle yapacak yasal formüller üretmek; sendikalar, toplu iş sözleşmesi, grev ve lokavta ilişkin mevzuatta öngörülen işleri yapmak dedikleri de grev yapan işçiyi işten çıkartan şirketlere en ufak bir ceza dahi verilmemesini sağlamak, greve çıkan işçilere sabahtan akşama kadar saldırmak, grevleri yasaklamak; istihdamdaki gelişmeleri izlemek diye bahsettikleri ise tarihin en yüksek işsizliğini yaratmış olmanın ‘haklı gururunu’ izlemek olsa gerek!
‘MİLYONLARCA YURTTAŞ, SADECE SÖMÜRÜLMENİN DEĞİL SÖMÜRÜLMEMENİN DE DERİN ACISINI TAŞIYOR’
Emekçilerin en temel haklarını koruması gerekirken bu haklara her gün saldıran, iş cinayetlerine göz yuman, çocuğundan gencine, gencinden emeklisine herkesin sömürülmesine rıza üreten bir mekanizmanın bakanlığı var karşımızda. Esnek çalışmayı öven, güvencesizlik ve geleceksizliği emekçi kesimin tamamına yayan, sermaye egemenliği ile el ele gezen bir iktidarın en kullanışlı aparatı bir bakanlık. AKP ile her yerimize bulaşan kapitalizm çamuru, iktidar eliyle şiddetini öylesine artırdı ki sadece sömürülmeyi değil sömürülmemenin de derin acısını taşıyor artık milyonlarca yurttaş. Nasıl mı? Her gün eriyen alım gücü, yoksulluk, borçluluk ve tüm bunlarla yükselen işsizlik… 11 milyonu aşan işsiz sayısıyla yoksulluğun en şiddetli haline tanık oluyor bu memleketin insanları. Bu yıl 3 da milyon yeni işsizle kapatıyoruz yılı. Güvencesizliğin en önemli duraklarından birini, esnek çalışma garabetini öven, sermayeye bunun sözünü veren bir Çalışma Bakanı var karşımızda. Dokunamadıkları tek bir temel hak kaldı: Kıdem tazminatı. Şimdi de gözlerini ona diktiler. ‘Bütün imkanlarımızı işverenler için seferber ettik’ diyen Bakan Işıkhan’ın karşısında, milyonlarca emekçimiz ve tertemiz alın terleri var.
‘BORÇLULUK, TEPKİSİZ VE ZAYIF BİR İŞÇİ SINIFI OLUŞUMUNA ZEMİN HAZIRLIYOR’
Memlekette çalışma hayatına baktığımızda en derin sorunlardan biri de kayıt dışılık. Sömürünün en önemli maharetlerinden biri maalesef bu. Kayıt dışı çalışma, güvencesizliğin en temel görünümlerinden biri ve en önemlisi de emekçinin yoksulluğunun en somut nedeni aslında. Bizler asgari ücreti tartışırken, kayıt dışı çalışan emekçilerin neredeyse yarısı asgari ücretin bile altında maaş alıyorlar. Açlığın, sefaletin, yoksulluğun en yalın hali… İktidarın yaslandığı, beslendiği en önemli kaynaklardan biri de yurttaşın üzerinde oluşturduğu borçluluk hali. Sömürünün şiddetini en çok derinleştiren, emekçiyi ‘razı’ kılan, her türlü baskıya karşı emekçinin sesini kısan bu borçlandırmanın sadece ekonomik değil, siyasi karşılıkları da oldukça fazla. Peki ne yapıyor bu borçluluk? Tepkisiz ve zayıf bir işçi sınıfı oluşumuna zemin hazırlıyor. Borçlanan emekçiler daha kötü koşullarda çalışmaya razı hale geliyor. Borçlandırma ile işçi sınıfı fazla mesaiye, düşük ücretlere, kötü ve baskı altındaki çalışma koşullarına karşı razı ediliyor. Yani emekçiler için borçlarını ödeme kaygısı; işin güvencesiz koşullarının önüne geçiyor. Aynı zamanda da tüm bu emekçilerin borçlu olarak toplumsal, ekonomik ve politik süreçlere etki güçleri azalıyor. Hayatlarının tamamına yayılan borçluluk hali, hemen hemen her yaştaki emekçiyi ve hanesini sermayenin denetimine açarken, borcun geri ödenmesi sürecinde emekçilerin bütün hayatını karşılığı olmayan bir çalışmaya dönüştürüyor. Bu durum da emekçilerin sadece bugününü değil, geleceğini de belirsiz hale getiriyor, çalıyor.
‘TÜRKİYE OECD’NİN EN DÜŞÜK TOPLU İŞ SÖZLEŞMESİ KAPSAMA ORANINA SAHİP ÜLKESİ’
Güvencesiz çalışma koşullarının, artan iş cinayetlerinin, borçlandırılarak yaşamlarının her anı ve gelecekleri denetlenen emekçilerin sorunlarının temelinde örgütsüzlük ve azalan sendikalaşma oranları yer alıyor. Hepimiz biliyoruz ki toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi oranları Türkiye’de korkunç durumda. Çünkü örgütlenmenin önünde ciddi hukuki ve yapısal engeller var. Bu engeller, emekçiyi her koşula her baskıya rağmen işe mecbur hale getiriyor ve işveren bu baskı mekanizmaları içerisinde sendikasızlaşmayı şart koşuyor. Ya da sayısı sürekli artan, asgari ücretin bile altında çalışan kayıt dışı işçiler… Sendikalı olmalarından, toplu iş sözleşmesinden bahsedemiyoruz bile. Resmi sendikalaşma oranları yüzde 14 civarında olsa da bunun ağırlıklı bölümü kamu ve belediyelerden oluşuyor. İktidar burada da yandaş sendikacılık ile memuru çürümüş, iktidarın aparatı olmuş bir sendikacılığa hapsediyor. Türkiye OECD’nin en düşük toplu iş sözleşmesi kapsama oranına sahip ülkesi. Toplu iş sözleşmesi kapsamı tüm işçilerde yüzde 10 civarında iken özel sektörde yüzde 5’in bile altında.
‘AKP’NİN 22 YILLIK İKTİDARINDA 33 BİNE YAKIN İŞÇİ KATLEDİLDİ’
Ve iktidarın en büyük garabetlerinden biri, iş cinayetleri. Bertol Brecht’in dediği gibi, ‘Öldürmenin pek çok yolu vardır: Karnına bıçak saplamak, ekmeğini elinden almak, hastalığını iyileştirmemek, kötü koşullarda yaşatmak, ölesiye çalıştırmak, intihara sürüklemek, savaşa yollamak. Devletimizde bunların pek azı yasaktır’. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin verilerine göre, piyasanın adeta ‘azmettiricisi’ haline gelen AKP’nin 22 yıllık iktidarında 33 bine yakın işçi katledildi. Bu cinayetler kaza, kader ya da fıtrat değil siyasal, ekonomik ve ideolojik tercihlerin sonucu. Devlet ve sermayenin daha fazla kazanç ve kâr hırsı nedeniyle emekçilerin sağlığı ve canları karşısındaki bilinçli ve kasıtlı bir tercihi. Bu noktada, öldürmenin tüm yollarını iyi bilen bir düzenle karşı karşıya olduğumuzun ifşa edilmesi gerekiyor. Çünkü ölümlerin arkasındaki kamusal düzeni, yapısal bozukluğu, sınıfsallığı ifşa etmediğimiz sürece fail gizlenmeye devam ediyor. Ki bu düzen öldürmeyi nasıl iyi biliyorsa fail de gizlenmeyi iyi biliyor. Devletin tüm aygıtları kusursuz çalışıyor; sessizler ordusu, hikayesine kulak tıkayıp ses çıkarmadığı emekçilerin öyküsüne yalandan üzülmeye devam ediyor.
‘ÇOCUK İŞÇİ ORDUSUNU KAMU POLİTİKALARI ARACILIĞIYLA BÜYÜTÜP ÇOCUK İŞÇİLİĞİNİ YASAL HALE GETİRDİLER’
Savaşta değiliz, ama ülkenin dört bir tarafından çocuk ölümü haberleri eksik olmuyor. Nazım Hikmet ‘Ölüme dair’ şiirinde, ‘Ölümün âdil olması için, hayatın âdil olması lâzım’ der. Ama ailelerinin sınıfsal pozisyonunu paylaşan bu çocuklar pozisyonun işaret ettiği şekilde de ölüyorlar. Adil olmayan hayatları, adil olmayan ölümlerle son buluyor. Hepsinin ölümleri, neden ve nasıl öldükleri, nasıl yaşadıkları ve nasıl bu cehennemden kurtulacakları ortak bir kural gibi. Borçlandırarak istikrar yalanına bağımlı hale getirdikleri milyonları, sadakaya çevirdikleri sosyal yardımlarla ellerinde tutmaya çalışan iktidar, çocukların payına da aynısını düşürüyor. Diyanet, MEB, tarikatlar, Çalışma Bakanlığı el ele vermiş, çocukların hayatının her alanına kapitalizmin ve gericiliğin şiddetini el ele işliyorlar. Krizi fırsata çevirmede oldukça maharetli olan iktidar, her geçen büyüyen yoksulluğu sermayeye ucuz işgücü fırsatına çevirmekte gecikmedi. Çocuk işçi ordusunu kamu politikaları aracılığıyla büyütüp çocuk işçiliğini yasal hale getirdiler. Çocukları da sermayeye köle haline getiren MESEM projesiyle 1,5 milyondan fazla çocuk bugün okullarda olması gerekirken sanayide ucuz işgücü olarak sömürü çarkının içine hapsedilmiş durumda. Sömürü darken abartı değil, çünkü iş yerlerinin büyüklüğüne göre öğrencilere ödenen maaşlar aylık 3, 4 ve 10 bin lira. Peki bu parayı kim ödüyor? Hayır, patronların cebinden çıkmıyor. Çocukların sigorta primleriyle birlikte maaşları, İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanıyor. Yani çocuk işçilerin maaşı, yetişkin işçilerin maaşlarından kesilen primlerle ödeniyor. Ucuz emek rezervini çocuk işçilerle takviye eden MESEM mekanizmasıyla çocuklar, okul günü ders saatinde olmaları gerekirken çalıştırıldıkları fabrikalarda, inşaatlarda, şantiyelerde ölüyorlar. Yaşam hakkı hiçe sayılırken, ölüm çığlık çığlığa bağırıyor her yerden.
‘AKP’NİN İKTİDARA GELDİĞİ 2002’DEN BERİ EN AZ 907 ÇOCUK İŞ CİNAYETLERİNDE HAYATINI KAYBETTİ’
En küçükleri 14 en büyükleri 17 yaşında olan Arda Tonbul, Murat Can Eryılmaz, Erol Can Yavuz, Alperen Kocayavuz, Eren Dağ, Ulaş Dumlu, Alperen Enes Ural, Zekai Dikici ve Ömer Çakar farklı şehirlerde, kimisi iş makinesine sıkışarak, kimisi yüksekten düşerek ya da elektrik akımına kapılarak öldürülen çocukların isimleri. Hepsinin katili, bu çürümüş sistem ve ait olduğu ideolojik pozisyonun en nadide örneklerini göstermeyi başaran iktidardan başkası değil. Sermayenin ve iktidarın egemenliği iş yaşamında sömürüyle, okulda eğitim sistemiyle, evde baskıyla, sosyal alanda eşitsizlikle tekrar tekrar üretiyor kendini. Hepimiz bu yeniden üretimin arkasında can veren çocukların ortaklaşmış ölümlerine tanık oluyoruz. Arkasında en çıplak haliyle yoksulluk gerçeğine yaslanan çocuk emeğinin sömürüsü, güvencesiz ve ağır koşullarda çalışan çocukların iş cinayetlerinde can vermelerine neden oluyor. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi raporlarına göre AKP’nin iktidara geldiği 2002’den beri en az 907 çocuk iş cinayetlerinde hayatını kaybetti.
‘NE YAZIK Kİ YAŞANAN HER ŞEYİN BU DELİRTİCİ SESSİZLİKLE, SUSKUNLUKLA BAĞI VAR’
Çocukların ucuz iş gücü haline getirilmesi ve hatta öldürülmesinin yanı sıra, iş koşullarında iyileştirme ve zam talebiyle eylem yapan İstanbul Esenyurt’taki CarrefourSA deposunda çalışan işçilerin direnişiyle, o işçileri kelepçeleyip gözaltına alan polisin, ‘Size Sabancı’nın selamını getirdik’ demesi arasında bir bağ var. Halk iradesinin kayyımlar yoluyla gasbedilmesiyle, haftalardır hakları için mücadele ederken gözaltına alınan, polis şiddetine maruz kalan grevdeki Polonez işçilerinin direnişiyle, işçilerin üzerine ‘Vurun, saldırın, süpürün’ diyerek emrindeki polisleri süren Çatalca Emniyet Müdürünün, ‘Ben sizi gözaltı yapıp adli işlem yaparsam çocuğunuz zekiyse bile bir işe giremez’ diye tehdit etmesi arasında da var aynı bağ. Yaşam hakkını Anayasa’da tanıyıp da para için bebeklerin öldürülmesine yol açan bir sistemde düzen yanlısı olmaya direnerek yolsuzluk, yağma, talan, devletin çeteleşmesine dair haberler yaptığı için gazetecilerin baskı görüp, hapsedilmesiyle; seçilmiş siyasetçilerin AYM ve İHAM kararlarına rağmen hapiste tutulması arasında da var o bağ. Ayhan Bora Kaplan örneğinde olduğu gibi mafyanın, çetelerin sırtını devlete dayayarak semirmesiyle, yoksulun millî/manevi duygusunu, zenginin de parasını seven Saray iktidarının, yoksulun sofrasındaki ekmeği örgütlü bir şekilde çalması arasında da doğrudan bir bağ var. Ve ne yazık ki yaşanan her şeyin bu delirtici sessizlikle, suskunlukla bağı var.
‘BİZ, HEPİMİZ KORKULARIMIZDAN DAHA BÜYÜK VE KALABALIĞIZ’
Eşitlik, özgürlük, adalet ve barışa düşman olanların tehdit ve hakaretlerinin daha çok duyuluyor olmasının nedeni güçlü olduklarından değil, dostlarımızın sessizliğinden. Ağız birliği edip susarak kendi haysiyetinin üzerinde tepinen kalabalıklar bilmeli ki hiç kimse için yaşadığından başka bir gelecek yok. Hak sahibi olduğumuzu savunmaktan, hakkımıza sahip çıkmaktan ve bunda inat etmekten başka çaremiz de yok. Çünkü biz, hepimiz korkularımızdan daha büyük ve kalabalığız. Hangi anlayışta olursa olsun zalime, despota itiraz etmek, her türlü adaletsizliğe karşı çıkmak mümkün. Bunun için kibrin esir almadığı bir gurura, lidere değil halka ve haklı olana sadakate, menfaatine ezdirilmeyen bir haysiyete ve sadece insan olmakla ilgili vicdana sahip olmak yeterli. Herkse vicdanı ve dürüstlüğü, adaletli ve hakkaniyetli olduğu kadar ömür diliyorum.”